1776’da İngiltere’den bağımsızlığını ilan etmesinden sonra genç Amerika Birleşik Devletleri’inin ‘Kurucu Babaları’nın Amerikan ulusuna ve aynı zamanda siyasetçilerine en büyük nasihati, ABD’nin Avrupa’nın ‘kronik sorun ve sıkıntılarından’ kesinlikle uzak kalmalarıydı. Avrupa’daki devletler küçük bir kara parçasına sıkışmış ve savaşta kazanılacak birkaç küçük şehrin hesabını yaparken, ABD’nin hiçbir zaman bu tür bir sorunu olmadı. Aynı zamanda, Avrupa’da ülkeler arası güç dengeleri, ittifaklar oluşturmak zorunluluk haline gelmişken, o sıralarda ABD sınırlarını büyütmekle ve gücüne güç katmakla meşguldü.
19. yüzyılın başlarına kadar, bir Amerikalı siyasetçinin ‘politika’ kelimesinden kastı ve sıradan bir Amerikan vatandaşının da bundan anladığı ‘iç politika’dan başka bir şey değildi. Avrupalılarla ticaret dışında girilecek herhangi bir münasebetin, Avrupa’nın sorunlarının ABD’ye taşıyacağından ciddi anlamda korkuluyordu. Güç dengelerine müdahil olmak birçok durumda ABD’ye menfaat sağlayacak olsa dahi, ABD halkı ve yönetici kademeleri herhangi bir ittifak veya savaş durumunda Avrupa’nın ekonomik, sosyal ve siyasi problemlerinin ABD’ye sirayet edeceği görüşündeydiler.
Bu görüş ulusça öyle benimsendi ki, Amerikalılar 18. Yüzyılın sonlarına kadar bir donanmaya ihtiyaç duymadılar. Amerikalılar, Avrupa’yla herhangi bir askeri mücadeleye girmekten zaten kaçınıyorlardı. Avrupa’dan gelecek tehlikelere karşıysa savunma savaşına hazırlıklı olduklarından ötürü bir donanmaya sahip olmak o dönemde çok da güçlü olmayan ABD ekonomisine ekstra yük olarak algılanmaktaydı. Kısacası ABD, Eski Kıta’dan iki okyanusla ayrılmış olmanın avantajını iyi kullandı.
1800’lü yılların başlarında Güney Amerika’daki Portekiz ve İspanyol kolonileri bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Bağımsızlıklarını ilan eden kolonilerle Avrupa krallıkları arasındaki olası savaş ve ticari çıkarları koruma kaygısı ABD’li siyasetçileri düşündürmüş olmalı ki ancak 18. yüzyılın sonlarında ABD Kongresi bir donanmaya sahip olma teklikfine evet diyebildi.
Kurulan donanma zayıf, ABD’nin uluslararasi arenadaki sesi cılızdı. Yine de dönemin ABD Başkanı James Monroe, 2 Aralık 1823’teki Amerikan Kongresi’ne yaptığı konuşmada, Avrupalılar’ın Amerika kıtası üzerindeki tüm kolonileştirme faaliyetlerinin askeri seçenek de dahil olmak üzere ‘ABD’nin müdahalesini gerektiren’ ve ABD’nin hiçbir zaman izin vermeyeceği faaliyetler olduğunu belirtti.
Bu konuşma, ABD’nin dış politikasının ekseninin kaymak bir yana tamamen yer değiştirdiğinin apaçık bir ifadesiydi. Artık sadece kendini iç siyasete bağlamayan, çıkarları doğrultusunda başka ulusların ordularıyla çatışmaktan kaçınmaktan çekinmeyeceğini belirten bir ABD söz konusuydu.
Başkan James Monroe’nun ‘vururuz’ tehdidi ilk başlarda Avrupalı devletlerce pek umursanmasa da, Amerikan Donanmasının özellikle Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Fas, Tunus ve Trablusgarplı korsanlarla girdiği çatışmalar, konunun ekonomik ve askeri çıkar olduğunda ABD’nin çok kolayca hırçınlaştığını ortaya koymaktaydı. Amerikan Donanması’nın Doğu Akdeniz’deki gittikçe artan abluka ve küçük çaplı çatışmalarının sayısı ve bunların sonucundaki edindikleri başarılar, tarih boyunca donanmalarına her zaman güvenmiş olan Avrupalılara adeta gözdağı niteliğindeydi.
Artık Amerikan ticaret gemileri okyanus ve denizlerde özgürce dolaşabiliyor, eskiden olduğu gibi gemilerine İngiltere bayrağı çekmek zorunda kalmıyorlardı. Hatta Akdeniz gibi korsan ve yağmacılara karşı acil müdahale gereken coğrafyalarda Amerikan Donanması daimi güç bulunduruyordu – o çok ünlü Amerikan 6. Filosu 19. yüzyıldan beri Akdeniz’de olmasının sebebi budur.
ABD’nin bölgede herhangi bir yayılmacı politikası olmamasına rağmen denizlerde kuvvet bulundurmasının asıl nedeni ticaret güvenliğini sağlamak ve bölge yönetimlerine gözdağı vermekti. Thomas Jefferson’la doğan ve James Monroe’nun zamanında serpilen gerektiğinde askeri müdahaleyi içeren bu politika o zamandan günümüze kadar geçerliliğini yitirmedi. 21. yüzyılda dahi dünyanın onlarca ülkesinde aktif görev yapan ABD askeri üsleri bu politikanın geçerliliğinin sonucudur.
ABD’nin Başkan James Monroe’yla iyiden iyiye hız kazanan agresif dış siyaseti, bugün dahi Amerikan kamuoyunu ikiye bölmüş durumda. Halkın (aynı zamanda Amerikan Kongresi ve Senatosu’nun) bir kısmı ABD’nin tamamen iç siyasete dönmesini arzular ve özlerken, diğerleri de Henry Kissinger’ın savunduğu üzere ABD’nin dünya üzerindeki -demokrasi ışığı- olması ve bunun içinde her türlü askeri ve ticari (hatta emperyalist) faaliyeti kendisine reva görmesi gerektiğini savunuyor. ABD’nin kuruluşundan bu zamana kadarki dış siyasetine baktığımızda ise genelde dış politikanın en az iç politika kadar Amerikan gündeminde olduğunu ve çok gerek olmayan durumlarda dahi ABD hükümetinin de ordusunu kullanmaktan çekinmediği ortadadır.
0 comments on “ABD DIŞ POLİTİKASINDA MONROE DOKTRİNİ”