03-SOLUN KIRMIZI ÇİZGİLERİ EKONOMİ

AZİZ KONUKMAN: KAPİTALİZM TARİHE KARIŞMADAN YOKSULLUK TARİHE KARIŞMAZ

Solun yoksulluk tanımı ve çözüm önerisi nedir?

Yoksulluk kapitalizmin olmazsa olmaz koşullarından. Kapitalizm, eşitsiz gelişmeye dayalı bir sistem bu hem ülke içinde hem ülkeler arasında ciddi bir şekilde gelir dağılımında bozukluklara yol açabiliyor. Hem az gelişmiş- gelişmiş ülkeler arasında bir ayrım ortaya çıkıyor hem de ister az gelişmiş ister gelişmiş olsun her bir ülkede sınıflar arası eşitsiz gelişmeden kaynaklanan bir çarpıklık söz konusu. Ülke içi ve ülkeler arası eşitsizliğin üretildiği modelin adı kapitalizm. Durum böyleyken sosyalistlerin tavrı burada çok net: Kapitalizm tarihe karışmadan yoksulluk tarihe karışamaz. Çünkü yoksulluk kapitalist üretim tarzına içkin bir sorun olduğu için tasfiyesi ancak kapitalizmin tasfiyesi ile mümkün. Yoksulluğu azaltmaya dönük her türlü çaba aslında beyhude bir çaba ya da paryetik tedbirlerden öteye geçemeyecek bir çabadır.

Kapitalizmi veri kabul eden modelde ise iki temel yaklaşım var. Bir tanesi neo liberal ideolojisinin temsil ettiği bir nevi clientalism’in (politikada destek alacağı seçmen kitlesine ayrıcalıklı hizmet vermek)yeni bir versiyonu. Yoksulluk burada yok edilmek değil yönetilmek durumunda. Çünkü sistemin doğal bir parçasıysa orada duracak. Yoksulluğa karşı sistemin yeniden üretimini riske sokacak durumlara karşı önlem alacaksınız. Buna yoksulluğun yönetilmesi (management of poverty) deniliyor.

İngiltere’de yoksulluğa karşı yapılan yasalara bakılırsa burada zenginler yoksullara karşı kendilerini koruyorlar. Yoksulluğu ne kadar iyi yönetirseniz sınıf çelişkilerini kullanarak zenginleşen kesimin güvencesini o kadar teminat altına almış olursunuz. Neoliberal politikaların uygulandığı ilk dönemde yoksulluğa karşı uzun bir süre kayıtsız kalındı. Fordist birikim modeli II. Dünya Savaşı sonrası dönemde dönemin kapitalist birikim modeli olarak varlığını sürdürdü üç temel özelliği vardı:

1. Kamunun mümkün mertebe ekonomiye müdahale etmesi.
2. KİT’ler yoluyla müdahalenin önünü açmak.
3. Regülâsyonlar yoluyla kapitalizmin özellikle vahşi yönünü törpüleyen onu daha yönetilebilir kılan düzenlemeler.

Regülâsyonlar yoluyla asgari ücret yasaları, sekiz saat çalışma, faizleri belirleme gibi düzenlemelerle kapitalizm yönetilebilir hale getirilmeye çalışıldı. Devletin bu müdahale biçimlerinin geçmişte hiç yokken birden ortaya çıkışı tesadüf değil çünkü “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” kapitalizmi kendi haline bırakıldığında tökezliyor buna piyasa başarısızlığı (market failure) deniliyor. Piyasa başarısızlıkları devletin keşfine sebep oluyor. İsmini otomotiv sektöründe montaj hattını kuran Henry Ford’dan alan Fordist birikim modeli kitlesel üretimi kolaylaştırdı. Bu üretimin talebinin de sağlanması lazım. Her arzın kendi talebini yarattığını söyleyen Say Yasası’nın çalışmadığı görüldü. Bunun üzerine Keynes’in öncülüğünde şu fark edildi; ekonomide bir canlılık yaratılmak isteniyorsa, kitlesel üretimin kitlesel tüketimle desteklenmesi lazım.

Kitlesel talebin olabilmesi için de efektif talebi canlı tutabilecek yeni bir aktöre ihtiyaç var. Bunu sistemin içerisindeki aktörlere bırakamayız çünkü kapitalistler talep oluşmayacağını anladıklarında yatırım yapmaktan vazgeçerler. Tüketiciler ise zaten işsizlik neticesinde harcanabilir gelirleri azaldığı için talep yaratmaları olanaklı olmaz.

Burada yeni bir aktör devlet Keynesyen politikaların da etkisiyle devreye sokuluyor. Devreye girdiği anda devlet saydığımız üç müdahale ile sistemi dengeye getirmeye çalışıyor. Özellikle burada devlet doğrudan üretici olarak girebiliyor. Bir başka müdahale şekli bütçeler yoluyla dolaylı müdahaleler yapıyor: Devlet kamu hizmeti üreterek alım gücü yaratıp satılamayan malların satılmasını sağlayabilir. Devlet transfer harcamaları yapabilir. Yoksullara ve diğer toplum kesimlerine yönelik kaynak aktararak, vergileri indirerek satın alma gücü yaratabilir. Teşvikler vererek özel sektörün yatırım yapma endişesini ortadan kaldırabilir.

Tüm bu mekanizmalarla devlet sistemi regüle edebilir. Ancak bu tarihsel gelişimi mekanik yorumlamamak lazım. Bu sitemin bu hale gelişinde işçi sınıfının mücadelesinin büyük bir payı var. Asgari ücret, sekiz saat çalışma yasası yalnızca sistemin ihtiyacı var diye işçi sınıfın kavgası olmadan gökten inmiyor. Fordist birikim modeli 1970’li yılların sonlarına doğru OPEC’in petrol fiyatlarını arttırması sonucu kendini yeniden üretemez hale geldi. Sistem Keynesci politikaların açıklayamadığı enflasyon ve durgunluğun bir arada yaşandığı stagflasyon durumuna geldi. “Post-Fordist Birikim Modeli” dediğimiz sistem bu petrol krize durgunluğa yanıt olarak gündeme geldi. 

Bu modelle küreselleşmenin ortaya çıkışı aynı dönemde yaşanan olaylar. Enformasyon teknolojilerinin gelişmesi sibernetik ortamlarının ortaya çıkması ve iletişim maliyetlerinin düşüşü yeni bir üretim modelini; siparişe dayalı üretimi ortaya çıkardı. Fordist birikim modelinde yüksek emek ücretleri sistemin özüyle çelişmiyordu tek tek kapitalistler açısından değil sistemin bütününe bakıldığında insanların çok kazanması aynı zamanda daha çok harcama yapabilmelerine olanak sağlıyordu ancak siparişe dayalı üretim modelinde yüksek ücretler, sorun olmaya başladı. Hal böyle olunca emekçi sınıflarla sermayenin uzlaşma koşulları çatırdamaya başladı. Üretim süreçleri de üretim süreçlerinin parçalanabilmesi ile değişmeye başladı. Temizlik, yemek, güvenlik hizmetlerinde taşeronlaşma başladı. Merkezde ve çevrede iki işgücü oluşmaya başladı. Merkezdeki işgücü daha fazla sosyal haklara sahip, çevre işçiler taşeron konumdalar; sosyal hakları yok ILO’nun çalışan yoksullar kavramını karşılayan işçiler oldular. Bu yapı sendikaların gücünü daralttı. Rahat örgütlenebilen kesimler taşeronlara verildi; işçilerin gücü tasfiye olmaya başladı. Finans piyasalarının gelişmesiyle hizmetler diye olaganüstü bir sektör öne fırlamaya başladı. Doğal olarak istihdamın klasik formları çözülmeye başladı. Part-time, telework eve iş verme dönemi başladı. Bu yapı doğal olarak devleti de yeniden yapılandırdı. Devlet müdahalesinin çekilmesine tanık olduk buna da bir slogan buldular “devletin küçülmesi”. Kamu müdahalesi üç yolla küçültüldü.

1.Daha küçük bütçelerle ekonomiye müdahale. Kamu hizmetleri fiyatlandırıldı.

2.KİT’lerin özelleştirilmesi. Yeni tekeller oluştu.

3.Kuralsızlaştırma süreci. Emekçi sınıfın tüm hakları geriledi.

Bu temel üç politika “Washington Uzlaşması”nın temel unsurlarındandır. Tüm bunlar saldım çayıra mevlam kayıra ekonomisidir.

1930’larda benzer bir sorun olduğunda piyasanın tökezleyeceği görülmüştü. Bu politikaları uygulayan birçok ülkede krizler patlak verdi. Bu politikaların hiçbiri ülkelerin kendi hür iradeleriyle uyguladıkları politikalar değil bu politikalar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik bunalım yaşadıklarında IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan koşullu yükümlülüklerdir. Sonunda görüldü ki kantarın topuzu kaçmış ve 90’lı yıllarda krizler çıkmaya başladı. Sorumlular yalnızca IMF ve Dünya Bankası değil emperyal ülkeler.

Sonuç; Sistemin yeniden üretilmesi şartsa IMF ve Dünya Bankası’na “Post-Washington Uzlaşması” yapıldı burada da üç önemli unsur oluşturuldu.

1- Krizler yoksulluk yaratıyor. O zaman devreye iyi polisin girmesi lazım Dünya Bankası “Yoksullukla Mücadele” diye bir bölüm açtı. Yoksulluğu yönetme Dünya Bankası için önemli. Yok etme tabiri Birleşmiş Milletler’in üvey evlatları olan UNDP’nin raporunda yer alır. Yoksulluk sosyal riskleri azaltma projesi kapsamında yönetilecek. Buna devleti yeniden göreve çağırma dendi. Devleti yeniden düzenleme yapmaya çağırıyoruz. 

2- Yolsuzlukla ciddi mücadele edilecek.

3- Yönetişim (Governnance) kavramı ortaya atıldı. Daha iyi yönetilseydiniz bunlar başınıza gelmezdi denildi. Hükümeti temsil eden bir kesim olsun. Sermaye grupları olsun. Sivil toplum örgütleri devreye girsin. Güzel bir benzetme ile Birgül Ayman Güler STK’lara “sermaye tabanlı kuruluşlar” diyor. Bu üç sacayağında sermayenin dolaylı ya da doğrudan temsilcisi haline geliyor. RTÜK, BDDK gibi düzenleyici kurumlar getirerek ya da var olanların işlevini değiştirerek özelleştirmelerin önü daha da açılacak. Post Washington uzlaşması ile yoksulluk zaten olacak; bu sisteme mündemiç. Marx’ın yedek işgücü ordusu çalışanlar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durarak emekçilerin ücretlerinin yükselmesini engeller.

Bu durum “Korunaksız İstihdam” (vulnerable employment) kavramını ortaya çıkardı. Ekmek bulayım da ne olursa olsun diyen bir grup ortaya çıktı. Kayıt dışı, sosyal güvencesi vs. her duruma razı işçiler türedi. 4C aslında her sistemde olması gereken bir şey ama anket yaptıracaksınız, nüfus sayımı yaptıracaksınız diye kısa süreli istihdam için bulunmuş bir çıkış yolu. Süreç içinde 4C güvencesiz çalışacak eleman için depo olarak kullanılmaya başlandı. Sendikalar da 4C statüsünü kabullenmek zorunda kaldılar işçiler özelleştirme sonucunda işsiz kalmaktansa 4Cli olsun denildi. 

Güvencesiz çalışmalar sistemin içerisinde asli unsur haline gelmeye başladı. Bu modeli kuranların öngörüleri sistemin bekasını sağlamak. Eğer sistem yoksulluk üretiyor ve yoksulluk sistemin geleceğini tehlikeye atmaya başlıyorsa müdahale ediyorlar. Clientelism siyasi sistemin destek toplamak için verdiği desteğin sistemi. Bir nevi patronajın diğer bir boyutu. Hak temelinde değil oy satın almak için veriliyor. Özal’ın getirdiği FAKFUKFON ve sadaka devlet uygulamaları bunun ilk aşamaları. Ve burada cemaat, hemşerilik, etnik kimlik patronaj ağında önemli hale gelebiliyor. Bu ilişkiler ağında yoksanız yararlanamıyorsunuz. Devlet bu modelin içerisinde tamamlayıcı olarak giriyor sisteme.

Oysa sosyal devlette, devlet bizzat devreye giriyor ve piyasanın kötü etkilerini yok etmeye çalışıyor. Karl Polanyi’nin dediği gibi “piyasa her şeyi metalaştırıyor, müşteri ilişkisine çeviriyor”. Devlet bu metalaştırmaya müdahale ediyor. Sosyal demokrasinin tarihsel işlevi; piyasanın metalaştırma ve genişleme eğilimlerine karşı bir ferahlatıcı olarak ortaya çıkıyor. Sizin gelirinizden ve statünüzden bağımsız haklar temelinde bir sistemi öngörüyor sosyal demokrasi. Hatta sosyal yardımlar neoliberal modelde sosyal güvenlik sisteminin dışında kalanlara dönük oysa sosyal demokraside haklar temelinde.

Neoliberal düzende yardımlar prim ödemeyenlere yapılıyor, sosyal demokraside ise yardım hak eden tanımı yurttaş olarak tarif edildiği için herkesi kapsıyor. Ancak özünde bu da bir sınıf mücadelesini gerektiriyor. Bu emekçilerin daha önce sermaye karşısında kaybettikleri haklarını ele geçirmesiyle mümkün olabilecek bir şey. Sosyal devlet formları İsveç de bile tasfiye edilmeye başlandı. Son krizi fırsat bilerek sosyal demokrasi dünyada o eski prestijini kazanabilir. Ancak işçi sınıfını yanına alarak. İşçi sınıfsız bir sosyal demokrat parti bunların hiçbirini yapamaz.

Bu noktada sosyal demokratlar ne yapmalı?

Emek hareketiyle daha fazla buluşan, onu örgütleyen, yapılarında sendika temsilcilerine daha çok yer veren, toplumun dışlanmış kesimleriyle diyalog kuran (dışlanmış derken eşcinselinden etnik ayrımcılığa uğramışına kadar), egemen formların dışarıda bıraktığı, baskı uyguladığı ne kadar kesim varsa onun sözcülüğünü üstlenen bir parti. Dolayısıyla sosyal demokrasinin hareket alanına yeniden kavuşabilmesi için; kesinlikle dışlanmış sınıflarla ve örgütlenmeleriyle aktif rol alması ve onların temsil yeteneğini sistemin içerisinde güçlendirmesi gerekiyor. Bunu da sosyalizm mücadelesinden bağımsız almamak gerekiyor. Kapitalist sistem değişecek; yoksulluk bitecek diye olaya bakmamak gerekiyor. Bu modele gidecek yolu açan kültürel ve siyasi altyapıyı sosyal demokratların doldurması halinde sosyalistlerin de önü açılacak. Tarihsel olarak bakıldığında ne zaman Cumhuriyet Halk Partisi zayıflasa onun solunda yer alan blok yara alıyor. Böyle bir tarihsel paradoks var. Tarihsel olarak paradoks şurada: Çok partili hayata geçerken sistem sosyalistlerin özgürlük alanını genişletmediği için bu kanat güçlenemedi bu kanat güçlenemeyince CHP de güçlenemedi. Çok partili hayata geçerken sosyalistlerin de önü açılsaydı CHP’nin gelişimiyle onun solunun gelişimi daha sağlıklı olurdu. Sol, sistem tarafından baskılandığından, Batı’daki anlamda bir sosyal demokrat parti gelişemedi. Ayrıca devleti kuran bir parti olmanın getirdiği refleksle birlikte de zaman zaman devletin sosyal boyutuyla güçlendirilmesinden ziyade devletin ceberut tarafına sahip çıkmak durumunda kalıyor. Kürtler konusunda ve Tunceli olaylarında bu görüldü. Sosyalistlerin çözümü aslında daha sağlıklı bir çözüm. Ama o çözüm gökten inmeyeceğine göre yeni bir CHP oluşturulabilirse bu sosyalistlerin mücadelesinin de önünü açar. Bu sosyalistlerin beklemeleri anlamına gelmez. Tam tersine sosyalistlerin güçlü olması da sosyal demokrasinin önünü açacaktır. Kürt hareketinin iyi temsil olanağına sahip olması CHP’nin Kürt hareketinin çözümüne katkı sağlamasına yardımcı olacaktır. Güçlü bir Kürt siyasal hareketi ve sosyalist hareket CHP’nin sosyal demokrasiyi sahiplenmesini kolaylaştıracaktır.

Son olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim beyannamesinde yer alan Aile sigortası, sıcak paraya dayalı büyümeye itiraz eden tarıma sübvanse veren çiftçinin kullandığı mazotu 1,5 liraya indiren politikaların yoksulluğun azaltılmasındaki rolü nedir?   

En azından CHP’nin felsefesi değişmiştir; yoksulluğu yönetmek değil, yoksulluğu kaldırmak arayışı içine girilmiştir. Sosyalistlerin asgari gelir desteği anlayışına yakın ancak tam olarak öyle değil. Onun olabilmesi için vergi ayağının güçlendirilmesi gerekli. Dolaylı vergilerin %70, doğrudan vergilerin % 30 olduğu bir ülkede bu talebi somut olarak gerçekleştirebilmek biraz zaman isteyecek. Vergi yapısını dönüştürdüğünüz andan itibaren yurttaşlık geliri gibi aylık bir gelir aile sigortasının da önüne geçerek sağlam hale gelebilir. Sağdan CHP’ye yapılan “siz balık tutmayı engelliyorsunuz balık veriyorsunuz” itirazı son derece yersizdir. Aile sigortasının metinleri dikkatle okunduğunda görülecektir ki kamuda iş bulmada öncelik aile sigortası kapsamında olanlara verilecektir. CHP’nin bu programı bu açıdan desteklenmesi gereken önemli bir adımdır. Şu an devletin yeniden göreve çağırılması da söz konusudur. Üçüncü sanayi devrimini yaşıyoruz. İsteseniz de özel sektör her alanda yatırım yapamaz. Araştırma geliştirme faaliyetleri gibi mikrobiyoloji geliştirilmesi gibi nanoteknoloji gibi alanlarda devlet hizmet üreten olmalıdır. Yeni KİT’ler bu alanlarda oluşturulmalıdır. Devleti kalkınmacı olarak yeniden çağrılması gereklidir. Devleti kalkınmada motor olduğu bir durum yaratılmalıdır. CHP’nin ekonomi metinleri bu alanlara giriş yapıyor ancak tam anlamıyla yansıtmıyor. 2008 yılında Kemal Derviş gittikten sonra yapılan program, seçim beyannamesinin daha ilerisindedir. Altınca bölüm Kılıçdaroğlu’nun katkısıyla hazırlanmıştır. O programda bu devletin üçüncü sanayi devrimine kalkınma programı üreterek katkı sağlaması söz konusudur. Sonuç olarak yeni CHP neoliberallerin onay verdiği bir CHP olmamalıdır. Liberal politikaların kutsandığı bir parti olmamalıdır. AKP’nin yedeğinde bir parti olmamalıdır. Murat edilen yeni CHP sorun alanlarını tespit edip çözüm üreten bir parti olmalıdır. Bu programı ve beyannamesiyle bu alanda ilk girişleri yapıp ümit vermektedir ama bu daha da ileriye götürülmelidir. 2008 programıyla atılan adımların ileriye taşınması lazım.

0 comments on “AZİZ KONUKMAN: KAPİTALİZM TARİHE KARIŞMADAN YOKSULLUK TARİHE KARIŞMAZ

Bir Cevap Yazın