10-POPÜLİST SİYASET POLİTİKA

BURHAN ŞENATALAR: CHP TARİHSEL FAY HATTINI ÖZGÜRLÜKLERİ GENİŞLETEREK ÇÖZEBİLİR

Popülizme kavramsal olarak hangi çerçevede bakıyorsunuz?

Popülizmin Türkiye’de kullanılan anlamıyla, yabancı literatürde kullanılan anlamı tam örtüşmüyor. Yabancı literatürde daha çok Le Pen’vari uç sağ veya aşırı sağ hareketlerle ilgili kullanılıyor. Zaman zaman Almanya’daki sol parti Die Linke için de kullanıldı. Popülizm denildiği zaman yabancı literatürde anlaşılan şey; halkın derin kriz dönemlerinde öfkesini, umutsuzluğunu yani duygularını kullanan, sömüren ve çoğunlukla da otoriter politikaları öneren ve esas itibariyle düşük gelirli veya işsiz, düşük eğitimli kitleleri mobilize etmeye, onları kavramaya, onların  üzerinden güçlenmeye dayanan bir anlayıştır.

Böyle baktığımız zaman; popülist partiler batı literatüründe normal dönemlerde karşımıza gelen hareketler değil. Özellikle sosyal devletin ve sosyal demokrat partilerin altın dönemi sayılan 50’liler, 60’larda popülist partiler karşımıza çıkmıyor. Popülist partiler esas olarak; küreselleşme döneminde ekonominin durgunluğa, krize girdiği, insanların merkez sağ, merkez sol partilere güvenlerini kaybettikleri, desteklerini azalttıkları zaman ortaya çıkan partilerdir.

Türkiye’de popülizm denildiği zaman birinci derecede bu anlaşılmıyor. Biraz daha muğlak, tam olarak ne kastedildiği belli olmayan bir algısı var.

Herşeye rağmen bunun iki şekilde anlaşıldığını görüyoruz. Biri, geçmişte herhangi bir konuda “taban fiyatına onlar beş veriyorsa ben on veririm” diyen hesaba, mantığa uymayan vaatlerde bulunan politikalar, diğeri de daha pozitif anlamda, “halkçı politikalar” olarak anlaşılıyor.

Dolayısıyla buradaki kritik mesele; popülizmi “halkçılık” diye anlıyorsak, o zaman açıkça halkçı, sosyal adaletçi politikalar sunma gereğidir. Bizim popülizm kelimesini popülerleştireceğiz diye bir derdimiz yok, olmaması da gerekir. Popülizm kelimesi halk tarafından kullanılan bir kelime de değil, ama “halkçı” dersek, halk tarafından kullanılan ve anlaşılan bir kelime olur. Burada bizim sosyal demokratlar olarak yapmamız gereken şey; halkçı politikalar oluşturmak, bunların hem dünya görüşü olarak dayandığı ilkeleri ortaya koymak, hem de uygulama planlarını geliştirmektir. Dolayısıyla halkçı, eşitlikçi, sosyal adaletçi politikaları belirlemek, ayrıntılandırmak, anlatmak ve propagandasını yapmak lazım.

Avrupa’da son seçimlerdeki sağın yükselişi, eşitlikçi yurttaşlık temelindeki Avrupa hayalinin sönümlendiğini gösteriyor. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz? Buna karşılık Orta Doğuda İslamcı bir yükseliş var. Bütün bunların aslında birbirini besleyen şeyler olduğunu söyleyebilir miyiz; bu durumdan nasıl çıkılacak?

Avrupa’da beklenmedik derecede bir aşırı sağ yükseliş Fransa’da, Danimarka’da ve kısmen (hiç beklenmeyen, liberalizmin kuvvetli olduğu) İngiltere’de oldu. Her şeye rağmen Avrupa Parlamentosu’nun pozisyonuna baktığımız zaman çok büyük bir merkez sağ ve çok büyük bir merkez sol var. Şu anda Fransa’da, Danimarka’da, İngiltere’de aşırı sağ güçlendi ama Avrupa Parlamentosu’nun blok olarak yapısı eskisinden çok farklı değil, “Avrupa Parlamentosu’nda hakim oldular” diyecek bir tablo yok. Almanya’da aşırı sağın yükselişi diye bir şeyle karşılaşmadık.

Şimdi Avrupa Parlamentosu’nda başka bir problem var. Merkez sağ, merkez sola oy veren insanlarda da Avrupa ile ilgili kuşku kuvvetleniyor. Seçmen yine Hıristiyan Demokrat Parti’ye oy veriyor, ama Avrupa Birliği’nin geleceğine eskisi kadar inanmıyor.

Tabii milliyetçilik çok kuvvetli bir ideoloji. Bütün ülkelerdeki insanlar işler kötü gittiği zaman önce hükümeti suçluyor; ondan sonra ya azınlıkları suçluyor ya da bir takım dış güçleri suçluyor. İşleri en iyi giden ülke şu anda Almanya’dır. Dolayısıyla Almanya kendisinden başka birilerini suçlayacağı zaman Almanya’ya gelip iş arayan Polonyalıları veya Türkleri suçluyor, ötekileştiriyor. Buna karşılık Fransa’daki insanlar oradaki Kuzey Afrikalıları suçluyor. Problem ne kadar büyükse ötekileştirme o kadar kuvvetli oluyor. Başta söylediğim anlamda popülist partilerin güçlenmesi bu anlamda hızlı oluyor.
İslamiyet meselesine gelirsek; özellikle Fransa ve Almanya’da insanlar İslamiyet’i çok farklı algılıyor. Afganistan’dan Suriye’ye kadar şiddete dayanan bir İslamiyet’i görüyorlar; kendi ülkelerinde entegre olamayan farklı bir muhafazakârlık görüyorlar. Şüphesiz batıda da insanların hepsi müthiş tolerans sahibi değil, çoğu ciddi Hıristiyan kültürü içinde yetişmiş. Birçok batılının da kendine göre ön yargıları ve bilgisizliği var. Mesela Yeşiller bu konuda oldukça tolerans sahibi, sosyal demokratların önemli bir kesimi tolerans sahibi ama Hıristiyan Demokratlar’a geçtiğiniz zaman tolerans bayağı azalıyor.

Ortadoğuda ise Müslüman Kardeşler Mısır’da, başlangıçta söylediğim türden popülist politikaları uyguladılar.  Sosyal dayanışma ağları kurdular, yoksul insanlara yakın durdular. Aynı zamanda da hiç geçerliliği olmayan vaatleri ileri sürdüler. Bunlar eşitliği din üzerinden anlatıyor, sosyal adaleti din üzerinden anlatıyor; eğitim düzeyi düşük olan insanları da etkileyebiliyor.

“Avrupa bundan sonra ne olacak” sorusuna gelirsek; AB’nin yakın gelecekte bugünkünden çok ileri gitmesi kolay değil ama dağılmasıyla ilgili bir ihtimali de düşünmüyorum. Bizim açımızdan Avrupa Birliği’nin kendisinden daha önemli olan şey, özellikle Batı Avrupa’da egemen olan sosyal ve siyasal kriterlerdir, evrensel insan hakları anlayışıdır.

Bizim açımızdan “girdik, girmedik” tartışması şu anda güncel değildir. Türkiye’nin tam üye olması gündemde değil, yakın gelecekte de gündem de olmayacak; ama bizim bir şekilde adapte olmak amacıyla ekonomik, sosyal, hukuki hayattaki kriterlerimizi yükseltmek için bir kaldıraç fonksiyonu görmeye devam edecek. Bu anlamda bizi motive edecek.

2002’den sonra biz nasıl değişim yaşadıysak, Avrupa Birliği de bizimle ilişkilerinde bir değişim yaşadı. Başlangıçta AKP “militarizm ile hesaplaşıyorum” diye ortaya çıktığı zaman, “devlet yerine yurttaşı güçlendiriyorum” iddiasıyla ortaya çıktığı zaman Avrupa bunu memnuniyetle karşıladı. Avrupa’nın sosyal demokratları da AKP’nin o zamanki politikalarını olumlu karşıladı. O zamanki CHP de biraz daha orduya, yargıya yakın, biraz daha halkçı politikalara uzak; katı laiklik anlayışı içinde bir parti imajı verdiği için, sosyal demokrat partiler bile Avrupa’da AKP’ye daha sempatiyle baktı. Son üç dört yıldır bu değişti. Türkiye’ye geldiklerinde veya ülkelerinde karşılaştığımız zaman yabancılara devamlı anlatmaya çalışıyorduk; AKP’nin gelebileceği yer sınırlıdır, bir yerde duracaktır ve ondan sonra kendi gündemini uygulamaya başlayacaktır. Buna en güzel örneği AKP İstanbul İl Başkanı verdi; “liberallerle işimiz bitti, ihtiyacımız kalmadı” dedi. Bunu Avrupalılar bugün çok net görüyorlar. Sadece sosyal demokratlar veya Yeşiller değil, Hıristiyan Demokratlar da bunu çok güzel görüyorlar.

Türkiye’de Tayyip Erdoğan otoriter bir rejimi temsil ediyor, Putinvari bir rejimi temsil ediyor. Özgürlükler açısından hiç olumlu bir bakış açısı yok, laiklik açısından da olumlu bakış açısı yok. Avrupa aslında şu anda Tayyip Erdoğan’dan desteğini tamamen çekmiş durumda.

Türkiye’de popülizmin gelişmesi biraz Rusya’daki halkçılığa benzetilir. Halkçılık ilkesi CHP temel ilkelerinden biri; tek parti dönemi, Ecevit dönemi ve bugün ışığında bunun gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Halkçılık, sosyal demokrasinin uluslararası literatüründe başlı başına bir ilke olarak sayılmıyor. Ama CHP olarak geçmişimizde halkçılık aslında olumlu anlam taşıyordu. Köyden gelen insanların köy enstitülerinde öğrenim görmesi, sonra tekrar köye öğretmen veya tarım teknisyeni olarak dönmesi, parasız yatılı okullar açılması, sanat konusunda çok yetenekli insanların yurt dışına burslu gönderilmesi vs. Tüm bunlar aslında halkçılık politikası çerçevesinde yorumlanabilecek adımlar. O zamanın olanakları o kadar sınırlıydı ki yapılanlar da haliyle sınırlı kaldı. Şunu göz ardı edemeyiz; 1950 nüfus sayımına göre Türkiye’de yetişkin nüfusunun üçte ikisi okuma yazma bilmiyordu bu koşullarda çok partili rejime geçtik. 1980 nüfusuna göre okuma yazma bilmeyenler hala nüfusun üçte biridir. Böyle bir toplumdan bahsediyoruz. Dolayısıyla tek parti dönemini eleştirirken şunu bilelim; bugünkü Türkiye ile karşılaştırılamayacak bir tablo vardı.

Ecevit, 1960’larda çalışma bakanlığı yaptığı zaman işçi hakları konusunda aldığı tavırla efsane olmuş, halkla iletişim kurma bakımından çok başarılı ve de hakikaten halkçı bir söylemi olan, dolayısıyla karizmatik bir liderdi.

Ecevit’in şanssızlığı siyasette birinci dereceden rol oynadığı bir dönemde dünya krizinin patlak vermesidir. 1973’ten itibaren petrol fiyatlarının şiddetli yükselmesi, Kıbrıs’a müdahale ihtiyacının doğması, Türkiye’de parlamentodaki dengenin tamamen bıçak sırtı bir denge olmasıdır. O dönemde kurulan koalisyonların hiç biri sürdürülebilir koalisyon değildi.
Sonuçta Ecevit de şanssız bir süreç yaşadı. Dolayısıyla halkçı politikalarını hayata geçirme bakımından bu şanssız dönemde sahneye çıktı.

Türkiye’de CHP’nin solunda da kuvvetli bir sol vardı, o bakımdan şanslı sayılabilir ama o kadar pamuk ipliğine dayalı bir denge vardı ki Türkiye’de, içinden çıkılması zor bir problemdi. Petrol fiyatları yükseldiği zaman içeriye yansıtsanız parlamento desteğini kaybetme riskiniz var, fiyatları yükseltmeyip bütçeden açık finansmanla destekleseniz, enflasyona yol açıyor. Dolayısıyla zor bir durumdu.

Batı toplumları bunun içinden şu şekilde çıktılar; dönüp topluma anlatabildiler. Daha rasyonel düşünülen toplumlarda seçmen “kim gelirse gelsin problem değişmez; dolayısıyla buna katlanmak zorundayım” diyebilir. Ancak Türkiye’de siyaset bu şekilde yapılmıyordu. Ecevit özellikle o dönemde halkla iletişimi bakımından çok başarılıydı. Laiklik yorumu bakımından çok başarılıydı. Ondan sonraki dönemlerde CHP halkla ilişkisi bakımından zayıfladı. Özellikle 2000’li yıllarda tekrar bir ‘devlet partisi’ algısı yaratıldı. AKP de bunun karşısında olumsuz bir popülist söylem kullandı ve AKP halkta “bütün geçmişiniz ıstıraptır, baskı ve zulümdür, ikinci sınıf vatandaşlıktır; biz bunların hepsine karşı çıkıyoruz” algısını uyandırmaya çalıştı. Demek istediğim insanların duygularıyla oynuyorlar. Devamlı olarak sanki Türkiye’de bir tek mağdur varmış, onlar da mütedeyyin insanlarmış gibi davranıyorlar. İşte kötü anlamda popülizm bu; insanların duygularını sömürme, yanlış hedef, yanlış sorumlu gösterme, muğlak bir gelecek vaat etme. 

Dünyanın hiçbir ülkesinde “seçmen her zaman haklıdır” diye bir şey yoktur. Ama oyunun kuralı olarak seçmenin kararını kabul etmek durumundayız. Ancak aynı zamanda, demokrasinin “sadece sandıktan ibaret olmadığını” unutmamak koşuluyla.

Kemal Kılıçdaroğlu geldikten sonra bütün kanalları açarak, bütün toplum kesimleriyle iletişim kurmak adına bir çaba söz konusu. Bunun başarılı olup olmadığını süreç içerisinde göreceğiz.

Nihayetinde kestiremiyoruz ne olacağını; ama 94 ve 2010 arasındaki Ortodoks katı bir laik söylemden; ya da dışlayıcı bir yaklaşımdan uzak, halka daha yakın bir yaklaşım var. Buna katılır mısınız? Bu çerçevede olaya nasıl bakıyorsunuz?

Benim CHP’ye üye olmamın en temel gerekçesi Kılıçdaroğlu döneminde CHP’de değişim sürecinin başlamış olması ve bu sürecin CHP’yi ileri götürebileceğine inancımdı. Buna da küçük bir katkım olacaksa, o katkıyı yapayım diye girdim. Şimdi çok net bir değişim var. Ordunun siyasetteki rolüne bakış çok farklı. Laiklik anlayışımızın daha gerçekçi bir noktaya taşınması ve kavramın anlamına daha uygun bir noktaya gelmesi önemlidir. Aynı zamanda toplumun farklı kesimlerini anlamaya dönük bir çaba ile yaklaşmak; yargılamadan, ötekileştirmeden, dışlamadan, mahkum etmeden iletişim kurmaya dönük bir çabanın olması bence çok önemli. Bunlarla ilgili daha almamız gereken çok yol var. Çünkü lider değişimi ile bir anda olmuyor. Bu bir süreç, parti içi eğitim güçlendirilerek olgunlaştırılacak bir süreç. Aynı şekilde yerel düzeyde de, illerdeki ilçelerdeki arkadaşlarımız da bu konuda daha cesaretli davranırlarsa, daha çok çalışma yaparlarsa daha hızlı gidecek bir süreç. Ve o zaman seçimlerde alınan oyların da daha yüksek olacağına inanıyorum.

Burada Sayın Kılıçdaroğlu’nun anlatmak istediği şey; bunun entelektüel ve örgütsel boyutta yeteri kadar detaylandırılamıyor olması. Bu elbette partinin kendi içinde bulunduğu kısıtlılıklarla ilgili bir şey ama…

Bence güzel ifade ettiniz; düşünce düzeyinde güçlendirmeye, ayrıntılandırmaya ihtiyacımız var. Bunu yapabildiğimiz ölçüde ikinci meseleyi çözeceğiz, yani örgütsel düzeyde yaygınlaştırmayı mümkün kılacağız. Bu yapılan işleri çok daha kuvvetli bir şekilde kağıda dökmek ve bunlarla ilgili atölyeler düzenlemek, kongreler düzenlemek, akademisyenlerin daha fazla katkısını almak, tartışma süreçlerini açmayı getirir, bu elbette örgütü de besleyecektir.

Türkiye’de sağın bu kadar başarılı olmasının nedeninin, sosyal politika ve popülizm üzerine kurduğu ilişki olduğu rivayet edilir. Bunun sağın başarısının sebebi olduğuna katılır mısınız?

Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylık konuşmasında “iki yüz yıldır” diye bir ifade kullanıyor. O ifade çok önemlidir. “İki yüzyıl” ifadesini kullandığı zaman şunu demek istiyor; “bir batılılaşmadır gidiyor Türkiye’de. O zamandan beri sıkıntıdan kurtulamıyoruz.” Peki o süreç yanlış ise senin kafandaki süreç ne? Kafasındaki süreçle ilgili ayrıntılı konuşsa, muhtemelen “alfabe reformu yanlıştı, arap harfleri ile devam etsek daha iyi olabilir” diyebilir. Esas olarak, doğu kültüründe rahat yaşıyor, batı kültürüne aşırı yabancı.

Şimdi biz, seçmenle ilgili baktığımızda, ana bölünmemize ne ad koyacağız? Merkez sol partilere baktığımız zaman; CHP oyları en iyi döneminde %40’ı bulmuş, sağ blok ise gerçekten üçte iki. Kabaca bunu görüyorsunuz. Bu bölünmenin açıklaması sosyal politika değil. Açıklaması esas kültürel. Dolayısıyla Müslümanlık, muhafazakarlık, laiklik, modernlik gibi kavramlarla ilgili. Bugün de zaten kıyı kentleri denildiği zaman görülen durum bu. Modern kesim kendi yaşam tarzını koruyamayacağından korkuyor, onu koruma refleksi ile davranıyor. Buna karşılık toplumun belli yerlerindeki insanlar da kendi muhafazakar yaşam tarzlarını ilk defa bu partide göğüslerini gere gere yaşadıklarını düşünüyorlar. Tayyip Erdoğan da bu konuyu birinci derecede sömürüyor. 

İkinci problemimiz ise modernleşmeyi biz tepeden inme yaşadığımız için -ki bir çok ülke de o şekilde yaşamıştır- bunu geriye bakıp tümüyle yanlış bulup eleştirmemiz geçersiz bir eleştiridir. Başka türlü olamazdı. On beş yıllık bir sürede birçok reform yapıyorsunuz; kadının toplumdaki yerini değiştirmek, insanların rasyonel eğitim almasını sağlamak, bunlar halk oylaması ile yapılacak şeyler değil. Ama bu ne demek oldu; “devlet hakim, vatandaş tabi”. Bu aleyhimize çok kullanıldı ve halkta da şüphesiz bir reaksiyon uyandırdı. 1950 yılında DP sloganının “artık yeter” olması boşuna değil, insanları ruhundan yakalayan bir slogan bu. AKP döneminde de, Adalet Partisi döneminde de insanların günlük yaşamını değiştirecek adımlar da atıldı.

Bir diktatörlük bile bir meşruiyet kazanmak ihtiyacındadır. Tüm rejimler varlıklarını sürdürmek için iki yöntemden yararlanır. Baskı ve rıza üretme (kabullenme, benimseme). Dolayısıyla sağ partiler insanları devamlı olarak ezer, fakir bırakır diye bir iddia çok gerçekçi değil ama muhafazakar partiler insanların özgürleşmesini sınırlıyor. Eğitim düzeyi ile, dini muhafazakarlığın ideolojisi ile sınırlıyor. Siyaset alanında sınırlıyor; değişime daha kapalı. Bir taraftan insanları ideolojik olarak bulunduğu yerde tutuyor ama diğer taraftan evine bir kat daha çıkmasına da destek oluyor, göz yumuyor. Yeşil kart vermek bir sosyal politika; insanların hastanelere, aile hekimine daha rahat gitmesini sağlıyor. İşte bu politikalar onların oylarını yukarı çıkartmıştır.

Ama tek açıklama burada değildir. Başladığım yere döneyim tekrar. 35’e 65 gibi bir ilişki varsa, bunu katiyen tek başına sosyal politikalar açıklamaz. Bunu tarihsel, kültürel fay hattımız açıklar, onu çözmemiz lazım. Onu da ancak bir yandan özgürlükleri genişleterek, bir yandan özgürlüklerin gerçek anlamını bütün topluma sunarak yapabiliriz.

Toplumda mütedeyyin insana ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasına sonuna kadar karşıyız; ama bu toplumda insanların istedikleri gibi giyinmeleri, istedikleri kadar çocuk sahibi olmaları, istedikleri zaman kürtaj yaptırmaları da özgürlüğün içindedir. Özgürlüğü en geniş anlamda biz savunacağız; eşitliği en geniş anlamda biz savunacağız. Sosyal politika kavramı içerisine girenleri de en geniş anlamda biz savunacağız.
Bundan sonrası artık bir iletişim meselesidir. Ortalama vatandaş ile ne kadar iyi iletişim kurabilirsek, “biz de sendeniz” algısı yaratabilirsek, o kadar kolay derdimizi anlatırız.

Şunu çok iyi anlamamız lazım; kendimizden farklı insanlara gitmek zorundayız. Bunu da inandırıcılıkla yapmak zorundayız. Kürt meselesini, Diyarbakır’da nasıl konuşuyorsan, Trabzon’da, Kırklareli’de de aynı açıklıkla konuşabilmem lazım.

Üç-dört ay evvel bir araştırma yapılmıştı; AKP’lilere sorulmuş ‘CHP’liler CHP’ye neden oy veriyor?’ diye, CHP’lilere de sorulmuş ‘AKP’liler AKP’ye neden oy veriyor?’ diye. CHP’lilerin AKP’lilerle ilgili olarak verdiği cevaplarda önemli bir oranda “cahil oldukları için” ve “çıkar sağladıkları için” seçenekleri var. Eğer ‘bunların çoğu cahil, onun için oy veriyor’ diye düşünürsem, kendimi kandırmış olurum. Benim şunu anlamaya çalışmam lazım; “seçmenin tercih mantığı nasıl çalışıyor?”
Tayyip Erdoğan’ın söylemi aslında aşağılayıcı bir söylem. İnsanları esas cahil yerine koyan, insanların duygularını manipüle eden o. İnsanları eziklik duygusu üzerinden istismar ediyor. Ama ben de “cahilsin, onun için böyle konuşuyorsun” diyeceksem; o zaman ben de ağır bir hata işliyorum. Bunun da siyasal olarak getirisinin olması mümkün değil. Bu şekilde bütün gelişim süreçlerini kapatmış oluruz.

0 comments on “BURHAN ŞENATALAR: CHP TARİHSEL FAY HATTINI ÖZGÜRLÜKLERİ GENİŞLETEREK ÇÖZEBİLİR

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: