CHP İzmir milletvekili Rıza Türmen Radikal Gazetesi’nde 8 Nisan 2012 tarihinde “Ortaklık demokrasisi” başlığıyla bir yazı yayınladı. Bu yazıda yeni bir anayasa yapma sürecinde ortaklık demokrasisinin Türkiye için de bir model olabileceğini öne sürüp bu modelin unsurlarından bahsediyordu.
Bunun arkasından yine aynı gazetede bu kez Tarhan Erdem tarafından bu yazıya atıfla bir yazı yayınlandı. Orada da bu modelin tartışılması gerektiği söyleniyordu.
Ortaklık demokrasisi her iki yazıda da atıf yapılan Hollandalı siyaset bilimci Arend Lijphart tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. Kendisi 1969 yılında Hollanda gibi çok kültürlü, çok katmanlı bir toplumda yaşamaktadır. Bu ortamda diğer ülkelerdeki demokratik rejimleri inceleyerek geliştirdiği bu kavram temel olarak “bölünmüş toplum” ifadesine dayanmaktadır.
Homojen bir toplumsal yapısı bulunmayan, din, dil, ırk gibi temel değerlerde derin ayrımlarla bölünmüş toplumları ifade eden bu “bölünmüş toplum” tanımı o dönem Avrupa’sındaki bazı ülkeleri ifade etmekte ve bu toplumlardaki demokrasinin azınlıkları da güçlendirecek bir yeni yönetim modelini geliştirmede kullanılmıştır.
Bu model yürütmede de nispi temsil sistemini önermektedir. Böylece büyük oy oranıyla bile gelse güçlü tek parti iktidarları yerine koalisyonları öne çıkarmaktadır.
Sonraki dönemlerde de üzerinde çokca konuşulan ve uygulamada zaafları ve büyük zorlukları bulunduğu ifade edilen model özellikle anayasa yapma süreçlerinde sıkça hatırlanır olmuştur.
Bizde de yeni bir anayasa yapma sürecine katkı amacı taşıyan bu tartışmalar daha da sürecektir.
Burada asıl tartışma bu modelin Türkiye’de ne derecede uygulabilir olduğudur. Bu anlamda öne çıkarılan sakıncalar ve sorunlar istikrar, uzlaşma, azınlık vetosu gibi konularda olsa bile asıl sorun bu modelin “bölünmüş toplumlar” için önerilmiş ve geliştirilmiş olmasıdır.
Bu nedenle tüm tartışmalar öncelikli olarak Türkiye’nin “bölünmüş toplum” olduğunun ön kabulune dayanmaktadır.
Gerçekten de öyle midir?
Gerçekten de Türkiye derin olarak katmanlara bölünmüş bir toplum mudur? Buna yanıt aranırken akla gelen ilk derin ayrılık Kürt sorunu ve Kürt halkı üzerinedir. Bunun üzerinden yapılacak iki katmanlı bir toplum algısı bu model için yeterli ve gerçekçi kalmamaktadır.
Aslında tüm bu katmanlı tartışmalar yıllar öncesindeki Communitarianism (cemaatçilik) tartışmalarını akla getiriyor. Bu tartışmaları yürüten çeşitli isimler arasında Almanya doğumlu ABD’li yahudi asıllı sosyolog Amitai Etzioni’de vardır. Önerisi basittir, sınıflar üzerinden yapılan bir toplum algısı yerine artık cemaatler, gruplar üzerinden bir toplum algısı geliştirilmelidir.
Yani artık sınıfsal yaklaşımlar gerçekliğini yitirmiştir. Bunun yerine etnik gruplar, dinsel aidiyetler, futbol klüpleri, hemşehrilik grupları üzerinden bir toplum tanımına geçilmelidir demiştir. Ona göre işçi sınıfı yoktur artık. Ne vardır, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Sivaslılar, Ankaragüçlüler, Mülkiyeliler, Kürtler, Abazlar vs vardır. Toplum bu katmanlara göre tanımlanmalıdır.
Şimdi önümüzdeki tartışma bu katmanları böyle tanımlamayı bir ön kabul olarak önümüze koyuyor.
Bunun üzerinden bir “bölünmüş toplum” tanımı herkesin gündemine giriveriyor.
Burada Şebnem Oğuz hocamızın yazısındaki “Sistem açısından asıl uzlaştırılamaz olan sınıf çatışmalarıdır. Toplumsal grupların sınıf dışı temellerde tanımlanarak birbirinden keskin çizgilerle ayrılması ve sonra da kurumsal mekanizmalarla uzlaşmaya vardıklarının gösterilmesi, her grubun kendi içindeki sınıfsal ayrışmaların üzerini örter ve toplumda istikrar görüntüsü yaratır.” saptaması son derece doğru ve anlamlıdır. Sınıfsal ayrım ortadan kalkmamıştır, daha derinleşerek devam etmiştir. Bu sorunu çözmemek için topluma sınıfsal değil grupsal bakmak en hafif ifadesiyle bir yanılsamadır.
Şimdi kaygım o ki, çok katmanlı bir toplum yaratmak için toplumu Kürt, Türk diye bölmek artık yetmez. O zaman daha da bölünmelidir. İnançlılar, inançsızlar diye bölünmelidir. Aleviler, Sünniler diye bölünmelidir.
Lijphart’ın ifade ettiği gibi bu gruplar kendi siyasal, sosyo-ekonomik, kültürel örgütlerini kurmalıdır. Kendi partileri, kendi gazeteleri, televizyonları olmalıdır. Kendi okullarını, kendi sivil toplum örgütlerini kurmalıdır ki, o çok katmanlı topluma ulaşılabilsin.
Şebnem Oğuz’un çoğulculuk önerisi önemlidir. Çeşitli sol partilerin ve toplumsal muhalefetin kendi aralarında kuracakları anti-kapitalist mücadele hattında bir çoğulculuk inşa edilebileceği önerisi özellikle gündemde tutulmalıdır.
Anti-kapitalist hat şimdi anti-AKP’ci bir hatta da denk düşmektedir ki, çok daha önemlidir.
Tam da şimdi “Her okul artık bir imam hatip okuludur” nidaları yükselirken çok daha önemlidir. Çok daha acildir.
0 comments on “ÇOĞULCULUK ANTİ-KAPİTALİST HATTA GEREKLİDİR”