06-ULUSÇULUKLA HESAPLAŞMA POLİTİKA

DIŞİŞLERİ BAKANININ ULUSÇULUKLA HESAPLAŞMASI

17 Eylül 2012 tarihinde Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’in Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile yaptığı bir röportaj yayınlandı.
Konuşmanın başlığı ‘Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi’ biçiminde verilmişti.
Bu konuşmada söylediklerini eleştireceğim için, Davutoğlu’nun sözlerinin bağlamından saptırılmaması için önce bu röportajın genelini özetleyeyim:
Sorulan sorulara göre, önce Suriye’den gelen mülteciler için kurulan kampların insani amacına ve bu organizasyonun güçlüğüne işaret ediyor.
“Apaydın Kampı ile ilgili açık bir provokasyon var” diyor; kamplardaki askeri komutanların kimliğinden dolayı CHP’li milletvekillerine giriş izni verilmediğini belirtiyor.
Daha sonra Beşar Esad’ı Miloseviç’e benzetiyor ve Türkiye’nin dış politikasını, Yeni Osmanlıcılık yaklaşımını eleştirenleri Esad’a destek vermekle suçluyor.
Bosna’daki katliama karşı çıkmasından dolayı Deniz Baykal’ı övüyor; “Sayın Kılıçdaroğlu ideolojik akrabalığı nedeniyle Suriye halkının karşısında Esad’ın yanında yer alıyor” diyor ve Sosyalist Enternasyonal’de CHP’nin tutumunu eleştiriyor.
Sünnicilik yaptığı iddialarına karşı “Sünnicilik bizim siyasi kültürümüzde yok” diye yanıt veriyor.
Dış politikanın kendi çizgisinde olduğunu reddediyor, izlenen çizgiyi AKP’nin genel politikasına mal ediyor; Suriye, İran, İsrail, NATO, füze savunma sistemi politikalarını savunuyor.
Dış politikayı eleştirenleri, bir “koroya” benzetiyor ve kötü niyetli olmakla suçluyor, gençlik hayallerindeki Türkiye’den dem vuruyor, Balkanlardan Orta Asya’ya kadar yayılan bir “Yeni Osmanlıcılığı” da gençlik rüyası olarak sahipleniyor.
Dış politikaya, kendisine karşı yöneltilen eleştirileri “Haysiyet cellatlığı” olarak niteliyor; istifayı düşünmediğini, bakanlığa ısrar üzerine geldiğini belirtiyor.
Doğu-Batı sentezine bağlı, özgür ve müreffeh bir Türkiye özlemini dile getiriyor, ılımlı İslam tanımını reddediyor.
Bundan sonra ulusçuluk konusuna giriyor:
“19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.” diyor ve devam ediyor:
Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha bir çok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.
Bu bağlamda Kürt sorununu da şöyle görüyor:
“Kürt sorunu iki temelde ele alınabilir. Tarihin derinliğine kadar giden kadim birliktelik ve modern bir devletin eşit vatandaşları olma bilinci ve hakkı. Bugün ortak aidiyetimizin temeli bu iki esastır. ” diye devam ediyor.
Yani tarihdaşlık ve vatandaşlık. Birincisini PKK sarsmaya çalıştı. İkincisi ise 12 Eylül yönetimi ve sonrasında yapılan hatalar sebebiyle sarsıldı. Birincisinden kastım, kadim beraberlik PKK’nın ayrıştırıcılığıyla sarsılıyor. 12 Eylül dönemi başta olmak üzere geçmişte yapılan yanlış uygulamalar, eşit vatandaşlık temelinde olması gerekenlerin yapılmaması da bir travma yaşattı. Şimdi bizim siyaset anlayışımız bir yandan bu kadim birlikteliği tahkim etmeyi, diğer yandan devletin eşit vatandaşları bilincini de özgüvenini de tüm vatandaşlarımıza vermeyi amaçlıyor. Bu iki unsur temel alınarak her türlü fikir tartışılabilir.
Daha sonra bunun bir zihniyet sorunu olduğunu ve bütün bölgeyi etkilemesi için Türkiye’nin öncülük etmesi gerektiğini söylüyor.
Kürt sorunun çözülmesi için ortak komisyonun yararına işaret ediyor.
BDP milletvekillerinin Meclis ile terör arasında tercih yapması gerektiğini belirtiyor.
Akademik hayata duyduğu özlemi dile getiriyor.
Kendine ait 24 saati olsa “Zihnimin, ruhumla bulaşabileceği bir ortamda aralıksız tefekkür ve muhasebe yaparım” diyerek konuşmayı bitiriyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun özetlediğim ve alıntı yaptığım konuşmasının eleştirisine olumlu bir noktadan başlamak istiyorum:
Davutoğlu’nun Kürt sorunu konusunda, “Kürt sorunu iki temelde ele alınabilir. Tarihin derinliğine kadar giden kadim birliktelik ve modern bir devletin eşit vatandaşları olma bilinci ve hakkı.” diyerek koyduğu teşhis ve önerdiği çözüm ilkeleri doğrudur:
Keşke hem tarihten gelen toplumsal ve siyasal birlikteliği, hem de demokrasi ve insan hakları bağlamında vatandaşlığın temsil ettiği çağdaşlığı birleştirme başarısını, tüm politikalarını dile getirirken uyguladığı ve dışa vurduğu zihinsel ve duygusal yaklaşımında sürdürebilseydi.
Ne yazık ki, genel yaklaşımı, çağını yakalamak bir yana, Endüstri Devrimi’nin, ondokuzuncu yüzyılın bile gerisine düşen, din-tarım imparatorlukları döneminin bir tür ümmetçiliğini ve imparatorluk özlemlerini andırıyor.
Türkiye’de, İslamcı kültürün bir kesimi, hepsi değil, dogmatik bir grubu, bir tür “Milliyetçilik düşmanlığı” yapar.
Bunun nedeni, önce ideolojik olarak Endüstri Devrimi’nin milliyetçilik ideolojilerinin, din ideolojilerinin üstüne gelmesi, onları gölgelemesi ve hatta Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bazen onları tümüyle baskılamasıdır.
Buna bir de, Osmanlı tarihinde milliyetçilik akımlarının imparatorluğun parçalanma sürecinde oynadığı rol eklenir ve, İslamcı kültür, hem ideolojik planda, hem de tarih bağlamında “milliyetçilikten” hazzetmez.
Oysa, insanlık, artık bırakın din-tarım imparatorluklarının dine dayalı ideolojik dönemini, onun üstüne gelen Endüstri Devrimi’nin milliyetçilik ideolojisi dönemini bile geçerek Bilişim Devrimi’nin demokrasi ve insan hakları dönemine girmiştir.
Ama nasıl milliyetçilik ideolojisi, dinin etkisini silemediyse, demokrasi ve insan hakları ideolojisi de milliyetçilik ideolojisini yok edemeyecektir…
Çünkü din ve milliyet, insanların, toplumların genlerine işlemiştir ve birer “kimlik” işlevi görür!
Elbette insanlığın henüz kapısını araladığı bu yeni Bilişim Devrimi döneminde milliyetçilik, milli devlet (ulusçuluk, ulusal devlet veya ulus-devlet) kavramları da tartışmaya açılmış, fakat çok kısa bir süre sonra insanlığın ulusal devletlerden vazgeçemeyeceği anlaşılmıştır.
Bu konuda yapılmış pek çok araştırma ve yazılmış pek çok kitap vardır ama sadece, yeni ideolojik dönemi “Tarihin Sonu” adlı kitabıyla ilan eden Francis Fukuyama’nın daha sonra kendisini düzeltmek için yazdığı, “Devlet İnşası” adıyla Türkçeye de çevrilmiş olan kitabına bakmak yeterlidir.
Davutoğlu ilginç bir biçimde “milliyetçilik” değil, “ulusçuluk” diyor.
Elbette Türkiye’nin bugün içinde yaşadığı “kavram ve terim kargaşası” bağlamında bu tercihin de bir anlamı var:
Davutoğlu, bu terminoloji ile “milliyetçiliğin” Cumhuriyet dönemindeki yorumuna atıf yapıyor; ama eleştirilerine Osmanlı dönemindeki milliyetçilik akımlarını da dahil ediyor.
Şu sözleri ise asıl referans noktasının çağın gerisine düştüğünü ve Osmanlı’nın çöküşünü yanlış yorumladığını gösteriyor:
“19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Ne yazık ki bu sözleri, sadece Endüstri Devrimi’ni değil, Osmanlı tarihini ve toplumsal yapısını da yanlış yorumladığını ve gerçekleri kabul etmediğini, çünkü tarihe ve günümüze sadece kendi ideolojik açısından baktığını gösteriyor.
“Hesaplaşma” bağlamında söyledikleri de bu yaklaşımının kanıtı:
Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. (Nasıl? E.K.)
Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. (Doğru, E.K.)
Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. (Nasıl? E.K.)
İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha bir çok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. (Gözlem doğru, teşhis yanlış, EK.)
İki doğru üzerine kurulmuş bir yanlışı ayrıca, “hesaplaşma” ve “aidiyet bilincinin güçlendirilmesi” gibi belirsizlikleri vurguluyor bu sözler:
İfadedeki anahtar sözcük “organik yapı” terimidir.
Davutoğlu’nun özlem duyarak anlattığı “organik yapı” bir din-tarım imparatorluğu yapısıdır.
Nitekim “Yeni Osmanlıcılık” sorusuna verdiği yanıtta rüyasını ve yapılanları anlatırken bu yaklaşımı daha belirgin olarak ortaya çıkıyor:
“Geçen sene En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvesin gerçekleştirdiğimizde de, Somali ve Arakan’a giderek mazlumlarla kucaklaştığımızda da evet bütün insanlık için adalet arayan bir rüya adına hareket ediyorduk.”
(Siz yine de konuşmanın tümüne bakın, internette var.)
Dış politikada bir haftada değişen Libya ve NATO politikası, Suriye konusunda alınan sert viraj, “komşularla sıfır sorundan” “her komşuyla yeni sorunlar” noktasına gelinmesi ve benzeri tutarsızlıklar bir yana…
Davutoğlu’nun sorunu şurada:
Bilişim Devrimi’nin ilk aşamalarında ortaya çıkan ve sonradan yanlış olduğu için terk edilen “ulusal devlet karşıtlığını” demokrasi ve insan hakları bağlamında “ulusçulukla hesaplaşmak” için kullanıyor, ve zaten yanlış olduğu için terk edilen bu yaklaşıma dayalı olarak oluşturduğu çözüm hedefini de ileriye değil, geriye, hem de çok geriye dönük siyasal yapılarda, ideolojik olarak inanca dayalı dönemlerde arıyor…
Bu çelişkinin yarattığı dış politika başarısızlıkları ile de, Türkiye sonu belirsiz, sıcak savaş gibi maceralara sürükleniyor.
Aslında bir akademisyen olarak Davutoğlu’na sempati besliyorum…
Kendisiyle, siyasete girmeden önce, bir açık oturumda birlikte konuşmuş, fikirlerini ilginç bularak, saygıyla ve öğrenerek dinlemiştim.
Ama bir akademisyen olarak ilginç yaklaşımlar sergilemek, özgün modeller önermek başka, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı olarak bu “ilginç fikirlerini” veya “özgün modellerini” uygulamaya aktarmaya çalışmak başka…

0 comments on “DIŞİŞLERİ BAKANININ ULUSÇULUKLA HESAPLAŞMASI

Bir Cevap Yazın