Okurluk yolculuğu; yaşantımın yönü, varış noktası, menfaat beklentisi, önceden çizilmiş bir takvimi olmayan nadir yollarından biri. Hangi türden keyif aldığım, gün ya da hafta içerisinde ne kadar okuduğum, elimdekilerin sonunu getirip getiremediğim, aynı anda kaç kitap okuduğum gibi değişkenler son derece rastlantısal gözüküyor. Mesleki olarak en yoğun dönemlerimin en çok iş dışı okuma yaptığım dönemlere denk gelmesi de mümkün, hiçbir üretim kaygısı gütmeden yalnızca kurgu dışı okuduğum günlerin oldukça uzun sürmesi de…

Fakat son zamanlarda, bilinçli bir tercih yaparak seçtiğim bir okuma yolağı var: Kadın yazarlara öncelik vermek. Bu, elbette politik bir tutum olarak da değerlendirilebilir geçmişe yönelik bir günah çıkarma davranışı olarak da. Benim için ikisi birden.

Bana ilk yol gösteren çok keyif alarak, çok öfkelenerek, zaman zaman ağlayarak, kendimle yüzleşip bazen de geçmişimin belli noktalarıyla barışarak okuduğum Elena Ferrante’nin (özel olarak Napoli Romanları) The Guardian’da yayınlanan “favori 40 kadın yazar ve kitapları” listesi* oldu. Bilmediğim, tanımadığım ne kadar çok kadın yazar olduğunu fark ettim. Bu noktada tüm suçun bizde olmadığını, yayınevlerinin yayıncılık ve reklam politikalarını, medyada kadın görünürlüğünün azlığını, kadınların yazın yaşamına dahiliyetinin zorluklarını konuşmamız gerektiğini de kabul edip, kendimize de biraz iyi davranmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu suçluluk duygusu altında ezilip hareketsiz kalmaktansa, küçücük adımlarla da olsa kendi direnişimize başlamalıyız belki de.

Elena Ferrante’nin Romanları

Bilmenin ve bilgiyi yayma eyleminin başlı başına direnmek olduğu düsturuyla bu yazıda Emine Sevgi Özdamar’dan bahsedeceğim. 18 yaşında Almanya’ya göç eden ve eserlerini Almanca yazan Özdamar, hem romancı hem tiyatro yazarı. İletişim Yayınları’nın Ayşe Sabuncuoğlu çevirisiyle yayınladığı Hayat Bir Kervansaray uluslararası birçok ödül almış, fakat nedense Türkiye’de hak ettiği ilgili bir türlü görememiş muazzam bir roman. Yazarın doğumu ile göçü zaman aralığını kapsayan bir yarı-otobiyografi diyebiliriz.

Hayat Bir Kervansaray

40lı yıllarla 60lı yıllar arasında geçen hikayede bir kız çocuğunun trende doğumuyla başlıyor. Bu yıllar arasındaki siyasi atmosfer hikayenin tamamen bir parçası diyebiliriz. Babası girdiği hiçbir işte tutunamayan, biraz beceriksiz, Halk Partisi’ne oy verdiğini bildiğimiz ve bunun da iş bulamama süreçlerinde aymazlığı ve söz tutmazlığı kadar etkisi olduğunu tahmin edebildiğimiz biri. Babadan başladım çünkü, babanın bu durumu yüzünden İstanbul, Ankara ve Bursa’ya taşınıyor hikaye. Babadan daha önemli karakter sanırım büyükanne. Okuma yazması olmadığını anlıyoruz çünkü gazeteyi sürekli baş aşağı tutuyor. Fakat kahramanın aklında kalan bütün tavsiyeler, hayat dersleri, ya da eğlenceli anılar hep büyükanneye ait. Bu tavsiyelerin arasında oldukça açıksözlü biçimde yazılmış “kız çocuklarının kutularını elleriylekapaması ama erkek çocuklarının eşyalarını gezmeye çıkarması” gerekliliği gibi şeyler var. Ana araçlarından biri tekrarlar olan kitapta bu kısmı sıklıkla görüyoruz. Büyükannenin öğrettiği, yatmadan önce ölülere edilen dualar, edilen dualara her gün yeni bir ölünün eklenmesi, ve her gece tekrar etmesi de kitaba dair çok akılda kalıcı kısımlardan biri. Arka plandaki mahalleler, mahalledeki arkadaşlıklar, komşuluk ilişkileri, çocuk oyunları o kadar gerçek ki, ve dili de o kadar hülyalı ki, birbirine dolaşmış rüyalar ve gerçekler bütünü olarak okunuyor.

Sokakta oynayan, arkadaşlıklar kuran, içine kapanan, bir sürü yavru kediye baktığı dönemi olan, tacize uğrayan, kardeşlerini seven ama zaman zaman kıskanan bir kız çocuğu gözünden etrafında sürekli değişen, anlamlandıramadığı dünyayı okumak çok ilginç bir deneyim. İlginçliği artıransa bu yarı-otobiyografinin başladığı gibi trende, bu sefer Almanya’ya göçerken bitmesi, bir nevi yeniden doğma. Sanki bu çocukluk yılları yazarın içinde tuttuğu çok derin ve sürekli acı veren bir nefesmiş, ve o nefesi verirken yazmış, yazdıkça nefesi vermiş gibi, tek bir derin nefes aralığına sığmış gibi… Bölümler, sayfa başları yok; bir sefer başlıyor ve bitiyor. Bu yapı da “nefes”e benzetmeyi oldukça kolaylaştırıyor benim için.

Hikayenin içine daha fazla dalıp, tüm detayları anlatma tuzağına düşmemek için bu kitabı “büyülü gerçeklik” türüyle tanımlayanlara denk geldiğimi, her “tek nefeste anlatılan çocuklukhikayesinin” de büyülü gerçeklik olarak tanımlanmasını da bir başka tuzak olarak gördüğümü söylemeliyim. Bu türde sıklıkla referans verilen Sevgili Arsız Ölüm’e ritmi bakımından benzese de, apayrı iki tür olarak değerlendirilmeli bana kalırsa.

Son olarak bu yıl Nobel favorilerinden biri olan Annie Ernaux’un Seneler kitabına, rastlantısal olarak bu iki kitabı peşpeşe okumuş olmam nedeniyle değinmek istiyorum. Ülke tarihi, siyasal tarih ya da dış tarih diyebileceğimiz olayların, yazarların kişisel tarihleriyle bütünleşik olması açısından kadınlık ve çocukluk deneyimleri açısından birbirine hem çok benzer, farklı coğrafyalar ve farklı siyasi aktörler olması açısından da bir o kadar farklı; ama benim ısrarla ikisinin birlikte okunmasını önerdiğim kitaplar.

Romanları, oyunları bu kadar ödüllü bir yazarı Türkçe’de yalnızca 3-4 kitabıyla görebilmek çok hüzünlü benim için. Özellikle 2021 yılında yayınlanan, 1971 darbesi sonrası Türkiye’nin aydınlarını, solcularını, deniz üzerinden kendi Avrupa’ya kaçısını anlatan romanı ne zaman çevrilir ve ne zaman okuruz diye hasretle bekliyorum.

Özdamar’ın çevrilmiş kitapları:

Hayat Bir Kervansaray
Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
İletişim Yayınları 

Haliçli Köprü
Çeviri: İlknur Özdemir
İletişim Yayınları

Annedili
Çeviri: Fikret Doğan
İletişim Yayınları

Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar GözleriniKırpmadan
Çeviri: Fikret Doğan
İletişim Yayınları

* Elena Ferrante names her 40 favourite books by female authors https://www.theguardian.com/books/2020/nov/21/elena-ferrante-names-her-40-favourite-books-by-female-author s

0 comments on “Hayat Bir Kervansaray

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: