09-KENTE KARŞI SUÇ POLİTİKA

KENTE KARŞI İŞLENEN SUÇLAR VE SİYASAL YOZLAŞMA

Son dönemde yaşanan yolsuzluk olayları ve derinleşen siyasal yozlaşma kente karşı işlenen suçları bir kez daha toplum gündemine taşıdı. Basın-yayın organlarına yansıyan dinlemeleri ve yolsuzluk soruşturmasında adı geçen kimselerin beyanlarını (ya da itirafları) bir araya getirdiğimizde kimi sonuçlara ulaşmak mümkün. 

Bunlardan ilki, kente karşı işlenen suçların artık istisnai olaylar olmaktan çıktığı; ülke geneline yayılan, tek bir merkezden sistematik olarak yönetilen olaylar halini aldığı gerçeğidir. Yaşanan olaylardan çıkarılabilecek ikinci önemli sonuç, ülkede siyasal sistemin finansmanının tümüyle kentsel ranttan sağlandığının anlaşılmasıdır. Hatta bu yoruma ülkede ekonominin ayakta kalmasında kentsel rantın tüm diğer sektörlerden daha fazla belirleyici olduğu yorumunu eklemek de mümkündür.
Bir diğer çıkarım, Türkiye’de siyasetin artık çözüm üretmekten yoksun bir hale geldiğidir. Gelinen bu noktada siyaset ülkede baskının, yozlaşmanın, ötekileştirmenin, şiddetin, hukuk dışı eylemlerin kaynağı olarak görülmektedir. Başka bir deyişle, ülke sorunlarına çözüm getirmesi gereken siyasetin kendisi halihazırda ülkedeki en büyük sorundur. Son bir tespit, yaşanan olaylara, dinlemelere, elde edilen görüntülere, savcılık tutanaklarına rağmen yaşanan yolsuzluklar karşısında toplumun gösterdiği tepkisizliktir. Toplumda bazı kimselerin siyasal çıkarları uğruna bu duruma sessiz kalması beklenebilecek bir davranış iken, gazeteci, akademisyen, sanatçı; ya da aydınların bir bölümünün bu durumu bir “komplo” olarak görmesi, asıl endişe verici olan gelişmedir. 

Yukarıda özetlemeye çalıştığım tüm bu yaşanan olumsuzluklar karşısında insan kendisine sormadan edemiyor. Neden bu tür olaylar bizim ülkemizde sıklıkla ve yaygın olarak yaşanıyor? Bu sorunun cevabı Türkiye’deki siyasal sistemin işleyişinde yatıyor. Kente karşı işlenen suçları anlamak için, önce Türkiye’deki siyasal yozlaşmayı anlamak gerekiyor. Ülkemizde patronaj ilişkilerin hakim olduğu, siyasal popülizme dayalı siyaset yapma biçimi hem siyasal sistemi yozlaştırıyor hem de kente karşı işlenen suçlar için bir meşruiyet zemini sağlıyor.
Yazıda öncelikle kente karşı suç kavramı üzerinde durulacak, ikinci bölümde siyasal yozlaşma ve kente karşı işlenen suçlar arasındaki ilişki ele alınacaktır.

Kente Karşı Suç

Kente karşı suç, kentin sahip bulunduğu ve temsil etmekte olduğu değerleri zaafa uğratmak, bozmak; ya da ortadan kaldırmak sonucunu doğuran kasıtlı; ya da kusura dayanan eylemlerdir. Kente karşı suç, bir kentin doğal, tarihi, kültürel ve estetik değerlerine karşı; toplum; ya da toplumu oluşturan bireyler, türlü örgütler ve hatta kamu yöneticileri tarafından, değerlerini azaltıcı veya tümden yitirici zararlar verilmesi sonucunu doğuran; kamu duyarlılığında yarattığı rahatsızlık nedeniyle, yasalarda bu etkinlikler suç olarak tanımlanmış olmasalar bile, suç sayılan eylemlerdir.
Kente karşı suç kavramını tanımlarken iki kavramı iyi analiz etmek gerekir. Bunlardan ilki kent, ikincisi suçtur. Öncelikle kent kavramına bakmamız gerekir. 

“Urban (kent)” kelimesi kökenini Latince “urbanus”tan alır ve bir kent; ya da kasabanın özelliği, kent veya kasabada var olan anlamındadır. Önemli olan terimin iki anlamı olmasıdır. Urban kelimesi, kent veya kasabayı tanımlayan özellikleri işaret etmekle birlikte, kasaba ve kentte var olan maddi koşulları ve bu maddi koşulların yarattığı yaşam tarzını anlatmaktadır (Coward, 2004: 8). Bu bağlamda; kente karşı suç, “urban” terimiyle ifade edilen kent ve kent yaşamına yönelik yapılan saldırılardır. 

Aslında kent yaşamı toplumsal anlamda bir arada yaşamanın getirdiği bir sorumluluktur. Kente karşı işlenen suç bu sorumluluğun gözardı edilmesidir. Kentsel yaşamın kalitesinde meydana gelebilecek bir düşüş; ya da kentli haklarının ihlali, kullanılmasının engellenmesi, gereği gibi kullanılamaması, kentteki tarihi, doğal, kültürel değerlerin tahrip edilmesi, kentin günlük işleyişine; ya da kent kimliğine, kentsel yaşamın genel seyrine yapılan bir müdahale kente karşı bir suçtur. 
Kente karşı suç, temelde kent yaşamına karşı bir saldırıdır. L. Wirth’in dediği gibi, kent yaşamı “bir yaşam biçimidir” ve yapısı gereği kırdan farklıdır. Kent yaşamının özünde çok kültürlü bir yaşam bulunmaktadır. Alman atasözünde dediği gibi; kent havası “özgürlük” verir. Bu özgürlüğü ortadan kaldıracak her eylem kente karşı bir suçtur. Örneğin 1991 yılında Bosna’daki savaş sırasında, Sırpların kent yaşamına dair yapmış olduğu uygulamalar kente karşı suç konusundaki tipik örneklerdir. 

Banya Luka’yı ele geçiren Sırplar bir bildiri yayınlayarak kent için yeni kurallar getirmiştir. Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti Celinac Belediye Askeri İdaresi adıyla Temmuz 1992’de yayınlanan bildiriyle; Sırp olmayan nüfusun sabah 6:00 ile akşam 16:00 saatleri arasında sokağa çıkması, lokantalarda veya başka kamusal alanlarda bulunup eğlenmesi, Vrbanya ve Yosevica nehirlerinde balık tutması veya yüzmesi, yetkililerden izin almaksızın kenti terk etmesi, izinli de olsa ateşli silah bulundurması, taşıt kullanması, üç kişiden fazla topluluk halinde buluşması; ya da yürümesi, akrabalarla izinsiz görüşmesi, postaneler dışında telefon etmesi, asker, polis, korucu üniforması taşıması, izinsiz arsa ve ev satması yasaklanmıştır (Bora, 1994; 93). 

Kent, tarih boyunca insanlığın gelişim sürecinde önemli bir misyon üstlenmiştir. Kentlerin tarihsel gelişim süreci aslında insanlığın düşünsel, toplumsal ve ekonomik gelişim sürecidir. Kent gerek ürettiği yeni davranış biçimleri, kültürel kodlar ve seküler yaşam biçimiyle gerekse emeğin yeniden üretimi, kolektif tüketim, sermaye birikim sürecinde üstlendiği roller ile farklı bir yere konmayı hak etmektedir. Kente karşı suç kavramında bahsi geçen “kent” bu tarihi sürecin var ettiği kenttir. Bu anlamda kent, devrimlere, farklı siyasal hareketlere ev sahipliği yapan, bilimin, sanatın, sporun geliştiği, değişik fikir ve anlayışların filizlendiği, modern insanın inşa edildiği mekandır. 

Burada hareket noktası kabul edilen “kent” ütopik, idealize edilen bir kent değildir. İdeal kent kavramı bir hareket noktası olamaz. Çünkü ideal kent tanımı tartışmalıdır. Her kentin kendine özgü olan ideallerinden söz edilebilir. Hepsi için geçerli sayılabilecek idealler tanımlamak olanaksızdır. Tarihte olduğu gibi birçok düşünürün (Platon, T. More, Howards, Huxley, Le Corbusier vb.) çok sayıda ütopik devlet; ya da kent tanımı bulunmaktadır. Ütopya bireyin kendi istemi doğrultusundaki hedefleri ve anlayışı yansıttığı için, ayrıca pek de demokratik değildir. 

Kente karşı suç konusunda ideal kentin yaratacağı bu sorunlar kavramın kentli hakları üzerine temellendirilmesiyle aşılabilir. Kentli hakları, “ideal kent” kadar muğlak bir ifade değildir. İnsan hakları; evrensel moral belgelerde yer almış uluslararası ve ulusal düzeyde hukuksal metinlerde düzenlenmiş, Avrupa Kentsel Şartı’nda olduğu gibi daha somut niteliktedir. Üstelik, insan hakları, dolayısıyla, kentli hakları kavramından hareket edilmesi, yönetim karşısında bireyi talep eder hale getirecektir. Kent yöneticileri sürekli genişleyen ve artan kentli hakları karşısında daha iyi ve etkin hizmet vermek zorunda kalacaktır. 

Kentli, belli nitelikleri olan bir kentte yaşama hakkına sahiptir. O zaman kentte yaşayanlar; ya da yönetim bir kentlinin bu nitelikteki bir kentte yaşamasını engelleyecek eylemlerin; ya da uygulamaların içinde bulunuyorsa kentlinin haklarını gasp etmiş olacaktır. Bu durumda kente karşı suç kavramı kentlinin haklarının gasp edilmesi biçimine dönüşmektedir. Çözümlememizin yöneldiği ana öznenin kent içinde yaşayan insan olması, bize hem bireyi temel alma, hem de kent niteliklerine ilişkin özelliklerin analiz çerçevesi içinde tutulması olanağı verecektir (Tekeli, 2001: 173).
Kente karşı suç kavramını incelerken irdelenmesi gereken ikinci kavram “suç”tur. Kente karşı işlenen suçlar düşünüldüğünde, hukuk biliminin çerçevesini çizdiği suç kavramı ile kentbilimin algıladığı suç arasında üç önemli sorun alanı bulunmaktadır. 

Bunlardan ilki, “kanunilik” sorunudur. Hukuki anlamda bir eylemin suç sayılması için, o eylemin kanunda suç olarak tanımlanmış olması gerekir. Bu ilkeye “kanunilik” ilkesi denir. TCK’nin 1. maddesi de; “Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez” diyerek bu hususu açıklamaktadır. 1982 Anayasa’sının 38. maddesinde; “kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez” denilerek yasada yazılı olmayan bir suçun, yasal anlamda, suç sayılmayacağı açıkça ifade edilmiştir. 

Kente karşı işlenen suçların tümü kanunen suç olarak tanımlanmış değildir. TCK 184 . Maddede yer alanlar dışında kente karşı işlenen suçları tanımlayan hukuki bir düzenleme bulunmamaktadır (Karasu ve Altıparmak, 2013). Başka bir deyişle, kanunda yer almadığı için kente karşı işlenen kimi suçlar hukuken suç olarak kabul edilmemektedir. Örneğin özelleştirme kapsamında satılan kamu arsaları için imtiyazlı imar hakları tanınması, kanunen suç olmamakla birlikte, kentsel gelişmeyi olumsuz bir biçimde etkilemekte, kentbilim anlamında geri dönülmesi mümkün olmayan sorunlar yaratmaktadır.  

Suç kavramının doğurduğu ikinci sorun alanı, suçun ne olduğu konusudur. Türkiye’de kente karşı işlenen suçların önemli bir bölümü zaten hukuk kullanılarak işlenmektedir. Bu durumda neyin suç olup olmadığı, hukukun neyi koruduğu soruları kafalara takılmaktadır. Türkiye’de kente karşı işlenen suçlar ya hukuk yoluyla işlenmekte ya da yapılan eylem hukuk sayesinde meşru hale getirilmektedir. Bu durumun en yaygın örneği binlerce kere değiştirilen imar planlarıdır. İmar plan değişikliği yapmak için belediye meclis kararı yeterlidir. Belediye meclisinde onaylanan her imar plan değişikliği hukuken doğru kabul edilmektedir. Ancak sıklıkla yapılan imar plan değişiklikleri, imar planlarını işlemez hale getirmekte, her plan değişikliği yeni bir rant kapısı açmaktadır. Yapılan plan değişikliklerinin kentsel sonuçları gözardı edilmektedir. 

Suç konusunda üçüncü sorun alanı, kente karşı suç işleyenlerin, aynı zamanda, hukukun üstünlüğünü savunması gereken (en azından beklenen) kimseler olmasıdır. Türkiye’de kente karşı en fazla suç işleyenler, ülkeyi yöneten siyasetçilerdir. Siyasal popülizm uğruna imar affı çıkaran, bölge planları yapmayan, imar planlarını sıklıkla değiştiren, milyon dolarlık kamu arsalarını yandaşlarına peşkeş çeken, konut hakkını bir kenara iterek TOKİ’ye lüks konutlar yaptıran, Atatürk Orman Çiftliği’ni yağma ettiren, sağlıksız ve yaşam kalitesi düşük kentlerde insanları yaşamaya mahkum edenler ülkeyi yöneten kimselerdir. 

Hukuk ve yasalar dayanağını toplumdan ve ahlaktan alır. Hukuk devleti ile ahlak arasındaki ilişki bir arada olmanın ötesinde bir şey olup, denilebilir ki, yasalar ahlak ilkelerine uygun düşmediği; veya ahlak ilkelerine dayanmadığı sürece iyi yasalar olmayacak, bu tür yasalar da hukukun üstünlüğünü tesis edemeyecektir. 

Her ne kadar suçun ve cezanın yasal dayanağının bulunması asıl ise de; önemli olan, kamu vicdanının bu tür eylemlerden rahatsızlık duyması, onları mahkum etmek isteyecek bir olgunluğa erişmesidir. Sonuçta, suç müşterek hayat için zararlı, toplum hayatı için tehlike olan eylemlerdir. Kente karşı işlenen suçların önemli bir kısmı müşterek yaşam için önemli sonuçlar doğuracak niteliktedir. Toplumun aldığı mesafe, kente gösterdiği duyarlılık ve özen, kentli haklarının ve kente karşı suçun kabulü ve hukukileşme süreci için en önemli destek olacaktır. 

Siyasal Yozlaşma ve Kente Karşı Suç  

Siyasal yozlaşma en geniş anlamda, siyasal karar alma mekanizmasında rol alan aktörlerin (seçmenler, politikacılar, bürokratlar, çıkar ve baskı grupları) “özel çıkar” sağlama gayesiyle toplumda mevcut hukuki, dini, ahlaki ve kültürel normları ihlal edici davranış ve eylemlerde bulunması olarak tarif edilebilir. Siyasal yozlaşma; rüşvet, irtikap, zimmet, iltimas, nepotizm (akraba kayırmacılık), kronizm (eş-dost kayırmacılık), patronaj (siyasal kayırmacılık), oy ticareti, rant kollama, kamu sırlarını sızdırma, gönül yapma, aşırı vaatte bulunma, yalan, aşırı bilgi verme biçimlerinde ortaya çıkabilir (Aktan, 2001: 56). 

Siyasal yozlaşma siyasi erki elinde tutanların, bu erkin sağladığı ve kamu tarafından kendisine verilen yetki ve sorumlulukları, “kamu yararı” dışında; kendisi, yakınları, çevresi; ya da toplumun belli bir zümresi için menfaat karşılığı kullanmasıdır. Oysaki bu kimselerin sahip olduğu imtiyaz ve yetkiler toplumun gelişimi ve refahı içindir. 

Türkiye’de siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden birisi sağlıksız kentleşmedir. İç göçe dayanan sağlıksız kentleşme iki şekilde siyasal yozlaşmaya kaynaklık etmektedir. Bunlardan ilki, göçün arsaya olan talebi artırmasıdır. Bu yoğun talep karşısında arsa fiyatları yükselmektedir. Arsa fiyatlarındaki bu aşırı yükseliş, siyasetin kentsel ranta dayalı olarak yürütülmesine neden olmaktadır. Kentsel rantın bölüşüm sürecinde, politikacılar ile ya mafya türü kişiler ya da örgütler; veya üst gelir grupları arasında “yasa dışı” ittifaklar ortaya çıkmaktadır (Kongar, 1998: 563). 

Sağlıksız kentleşmenin siyasal yozlaşmaya kaynaklık ettiği ikinci nokta, neden olduğu kültürel yapının hem siyasal popülizm hem de patronaj ilişkiler için uygun bir ortam yaratmasıdır. “Gecekondu kültürü” olarak da nitelendirilebilecek bu kültürel yapı içerisinde toplumumuzun eskiden edindiği kimi davranış biçimleri, moderniteye inat, biçim değiştirerek devam etmektedir.  

Osmanlı’dan miras kalan “pederşahi” yönetim anlayışı, kente göçle birlikte, yerini patronaj ilişkilere dayalı siyasal popülizmle desteklenen bugünkü yapıya bırakmıştır (Ataman vd., 2001: 20/ Adaman ve Çarkoğlu, 2000: 26/ Aktan, 2001: 34). 1950’lere kadar devam eden toplumu dönüştürme süreci çok partili hayata geçişle birlikte durma noktasına gelmiş, planlı kentleşmeden ve aydınlanmacı bilimsel bakış açısından vazgeçilmiştir. Çok partili hayata geçişle birlikte, ülkemizde siyasal popülizm hastalığı başlamıştır. Siyasal popülizm gerek iktidara kolayca ulaşmanın gerekse uzun süre iktidarda kalmanın yegâne yolu haline gelmiştir. 

Ülkemizde siyasal yozlaşmanın en geniş biçiminin siyasal popülizm olduğuna kuşku yoktur. İmar afları, ıslah imar planları, imar planlarının sıkça değiştirilmesi, kaçak yapılaşma, orman alanlarının talan edilmesi, hazine arazilerinin satışı, kıyı alanlarının turizm adı altında yok edilmesi vb. kente karşı işlenen suçların başlıca nedeni, siyasal popülizmdir. Siyasal popülizm uğruna kamu kaynakları kullanılarak yaratılan kentsel rant, vergi dışı tutulmaktadır. 

Siyasal popülizmin yarattığı en kötü sonuç ise, hukuk dışı bir kentsel yaşamın toplum tarafından kabul görür hale gelmesidir. Bu durum, hem toplumda hukuka olan inancın azalmasına neden olmakta hem de imar planlarının uygulanması için gereken siyasi iradenin oluşmasını engellemektedir. 

Siyasal popülizmin yaygınlık kazanması sonucunda siyasal iktidarlar geri dönüşü mümkün olmayan bir yola girmektedir. Bir siyasi parti iktidara geldikten sonra siyasal popülizmden vazgeçmek istese bile, siyasal popülizmi devam ettirmek zorunda kalmaktadır. Ülkemizde imar planlarını doğru biçimde uygulamaya çalışan kimi belediye başkanlarının silahlı saldırıya uğramış olması, bize siyasal popülizmin kendisini yeniden ürettiğini açıkça göstermektedir.

Siyasal popülizm alabildiğine yaygınlık kazandığı günümüzde patronaj ilişkiler de yaygınlaşmakta, derinlik kazanmaktadır. Göçle birlikte kente yeni gelenler oluşturulan “tampon mekanizmalar” sayesinde himaye görmekte, iş bulma, ev yapma, borç alma vb. konularda hemşehri; ya da akrabalarından destek görmektedir. Bu destek, bir süre sonra siyasal bir nitelik kazanmakta, gecekondu yapımına göz yumma, gecekondu bölgesine altyapı getirme, tanıdıkları işe sokma vb. değişik biçimlerde devam etmektedir. 

Kente yeni gelenler için siyaset, kendini topluma kabul ettirmenin önemli bir aracıdır (Karpat, 2003: 82). Bunun bilincinde olan yeni kentliler, yerleşik kentlilerin aksine siyasete yoğun ilgi göstermekte, oy kullanmaktan aday olmaya kadar her alanda yerleşik kentlilere göre siyasete daha aktif bir biçimde katılmaktadır. Gecekondu mahallelerinin örgütlenmiş halde hareket ettikleri, oldukça bilinçli bir biçimde davranarak, devlete ve yerel yönetimlere baskı yapıp, çeşitli hizmetleri birlikte talep ettikleri gözlenmektedir (Ayata, 1990: 89). Böylece, kente yeni gelenler, kentle bütünleşme gereği bile duymadan, oy karşılığında hem her konuda himaye edilmekte hem de zamanı geldiğinde kentsel ranttan pay almaktadır. Patron ve adamı arasındaki çıkar ilişkisi karşılıklı uzlaşı içerisinde devam etmektedir.   

Günümüz Türkiye’sinde halkın patronaj sistemiyle uyum içerisinde olduğu ve bu sistemin gereklerini içselleştirmiş bir yaşam sürdüğü görülmektedir. Halk bu sistemin ortadan kaldırılmasına yönelik reform taleplerine itibar etmemekte, bir biçimde menfaatlendiği sistemin yaşaması yönünde sessiz bir olur vermektedir (Adaman ve Çarkoğlu, 2000: 166).
Halen yaşanan yolsuzluk olayları karşısında toplumun tepkisiz kalmasının asıl nedeni de budur. Sistem o derece yozlaşmış ve yaygın hale gelmiştir ki, herkes bu sistem içinde menfaatlenmekte ve isteyerek; ya da istemeyerek yozlaşan sistemin devamı için katkıda bulunmaktadır. Tarikat, cemaat; ya da hemşehri dernekleri aracılığıyla sürdürülen patronaj ilişkiler yeniden kendisini üretmekte; kentsel ranttan beslenen sistem, modern anlamda kentli kimliğinin ve kent yaşamının oluşmasını engellemektedir. 

Yaşanan bu süreçte imar planları Kongar’ın deyimiyle; “servetin yeniden dağıtılması” için bir araç olarak kullanılmaktadır (1998: 568). “Af-oy-rant” üçgeninde dönen düzen içerisinde imar planları, bir rant dağıtma aracına indirgenmiştir. Plan denince akla “kat artışı”nın geldiği, kentsel ranttan pay alarak “köşe dönme” anlayışının içten içe toplum bilincine işlediği bu düzende plan kavramına saygı duyulmadığı gibi, sağlıklı kentleşmeden söz etmek de mümkün değildir.
Belediyeler ise bu sürecin içinde birer rant dağıtıcısı konumundadır. Belediyelerin bu konumu, belediye karar organlarını çıkar çevreleri için vazgeçilmez hale getirmektedir. Bütün bu yaşananları küreselleşmenin getirdiği belediye hizmetlerinin özel sektöre açılması ve yönetişim söyleminden ayrı tutmak mümkün değildir. 

Kimi zaman “rant kollama”, kimi zaman “akraba kayırmacılığı” (nepotizm); ya da “eş-dost kayırmacılığı” (kronizm) biçiminde karşımıza çıkan siyasal yozlaşmanın temel amacı kentsel rantı azami düzeye çıkarmaktır. Bu rantın artırılması biçiminde olabileceği gibi, mevcut rantın belli bir çıkar grubunca paylaşımı biçiminde de olabilmektedir. 

Siyasal yozlaşmanın önüne geçmek, ancak hukukun üstünlüğüne inanmakla mümkündür. Toplum hukukun üstünlüğüne inanmadığı sürece ne hukuk devletini inşa etmek ne de kente karşı işlenen suçları önlemek mümkün değildir. Türkiye’de ise devlet erkini elinde tutan yönetici elit hem rant ve ayrıcalık dağıtıcı konumunu sürdürmekte hem de kendisini hukukun üzerinde görmektedir. Türkiye’de devlet idaresi, son yolsuzluk olayları ve bu olaylar karşısında siyasal iktidarın gösterdiği reaksiyonlardan da anlaşılacağı gibi, “demokratik, hukuk devleti” olmanın çok gerisindedir. Üstelik bu durum siyasal iktidarların değişmesine rağmen böyledir. 

Bu noktada “hukuk devleti” ile “kanun devleti”ni birbirinden ayırmak gerekir. Hukuk devleti “ilkelere”, kanun devleti ise “keyfiyete” dayalıdır. İki sistem arasındaki en temel fark bu sistemlerin felsefelerinde görülmektedir. Hukuk devletinin temel felsefesi sistemin tüm aygıtlarını insanın hizmetine sokmaktır. İnsan hak ve özgürlükleri sistemin temelini oluşturur. Hukuk devleti her şeyden önce eşitlik ilkesine dayanır. Bu sistemde yöneticilerin devlet otoritesine sahip olmaktan kaynaklanan herhangi bir üstünlüğü yoktur (Çaha, 2013).  

Oysa kanun devleti tamamen yöneticiler üzerine bina edilmiştir. Bu bakımdan devlet yöneticilerinin beyanları, emirleri, buyrukları kanunlar için önemli bir referans olarak kabul edilir. Kanun devleti aynı zamanda insanı esas almadığı için insanlar arasındaki eşitlik ilkesine de fazla itibar etmez. Burada rejimin dostları ve düşmanları vardır ve bu ölçü muazzam biçimde imtiyaz mekanizması ortaya çıkarır. Devlet toplumdan kaynak toplarken de, elindeki kaynakları değişik mekanizmalar yoluyla dağıtırken de dost ve düşman kategorisine göre hareket eder (Çaha, 2013).

Bir hukuk devleti olmaktan çok, bir kanun devletini andıran Türkiye’de, sıklıkla hukuk devleti ilkesine karşı ihlaller yaşanmaktadır. Üstelik bu hukuk ihlallerinin yapılması sırasında farklı hukuki araçlar (kanun, KHK, yönetmelik, idari düzenleyici işlemler) farklı biçimlerde kullanılmaktadır. Ülkemizdeki bu tip hukuk ihlalleri arasında; özel amaçlı kanun çıkarılması, yeni kanun çıkarılarak eski kanunun istenen içeriğe sahip hale getirilmesi, torba kanun uygulamaları, KHK yaygın olarak kullanılarak TBMM’nin devre dışı bırakılması yer almaktadır. Gerek yargıç güvencesi gerekse yargı bağımsızlığı bakımından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı bir baskı unsuru oluşturmaktadır.       

Yargı kararlarının yerine getirilmemesi ve bundan doğan sorumluluk konusu, bütün yasal düzenlemelere rağmen Türk hukukunda yıllardır tartışılan; halen kesin çözüme ulaşılamamış bir sorun olarak önemini devam ettirmektedir. Bir hukuk devletinde “mahkeme kararlarının uygulanmamasından doğan sorumluluk” konusunun tartışılıyor olmasındaki gariplik bir yana, bu tartışmaların temelinde esas olarak kişisel ve siyasal sebeplerin yatıyor olması da ülkemiz açısından üzüntü verici bir durumdur (Akyılmaz, 2007: 449).

Sonuç Yerine…

Türkiye’de siyasal popülizme dayalı ve patronaj ilişkileri içinde kendisini devam ettiren siyaset yapma biçimi değişmedikçe; Türkiye’de sağlıklı kentlere sahip olmak, kente karşı işlenen suçları önlemek, toplum içinde hukuk kültürünü oturmak, devleti gerçek anlamda bir “hukuk devleti” haline getirmek mümkün değildir.

Burada asıl sorun; bu yozlaşmış yapının kendisini üretmeye devam etmesidir. Sorunu çözmesi gereken, sistemdeki yozlaşmayı düzeltmesi beklenen siyaset ise, yozlaşmanın odağında yer almaktadır. Bu durumda siyasal sistemin kökten değiştirilmesi ve toplumsal yapının yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Bunun için toplumsal bilinç oluşmalı ve insanlar hem kentlere hem de demokrasi ve hukuka sahip çıkmalıdır. Bu yolda yılmadan, umutla ve kararlılıkla mücadele etmek her yurttaşın vazifesidir.

Kaynakça
– Adaman, Fikret ve Çarkoğlu, Ali (2000), Türkiye’de Yerel ve Merkezi Yönetimlerde Hizmetlerden Tatmin, Patronaj İlişkileri ve Reform, TESEV Yayınları, İstanbul.
– Adaman, Fikret, A. Çarkoğlu, B. Şenatalar (2001), Hanehalkı Gözünde Türkiye’de Yolsuzluğun Nedenleri ve Önlenmesine İlişkin Öneriler, TESEV Yayınları, İstanbul.
– Akyılmaz, Bahtiyar (2007), “Yargı Kararlarının Yerine Getirilmemesinden Doğan Sorumluluk”, Gazi Ün. Hukuk Fak. Dergisi, C. XI, S.1-2, s. 449-469.
– Ayata, Ayşe Güneş (1990), “Gecekondularda Kimlik Sorunu, Dayanışma Örüntüleri ve Hemşehrilik–1”, Toplum ve Bilim, Sayı 50–51, s. 89–101.
– Bora, Tanıl (1994), Bosna-Hersek Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul.
– Coşkun, Can Aktan (Ed.) (2001), Yolsuzlukla Mücadele Stratejileri, Hak-İş Yayınları, Ankara.
– Coward, Martin (2004), “Urbicide in Bosnia”, www.opendemocracy.net., 11.9.2004.
– Çaha, Ömer (2013), “Hukuk Devleti ve Kanun Devleti”, www.fatih.edu.makaleler, 10.08.2013.
– Karasu, Mithat Arman ve Altıparmak, Cüneyd (2013), “İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu (TCK m. 184)”, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kazancı Hukuk Dergisi, C. 9, S. 105-106, s. 43-75.
– Karpat, Kemal (2003), Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Çev.: Abdülkerim Sönmez, İmge Kitapevi, Ankara.
– Kongar, Emre (1998), 21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Yayınevi, İstanbul.
– Tekeli, İlhan (2001), Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitapevi, Ankara.

0 comments on “KENTE KARŞI İŞLENEN SUÇLAR VE SİYASAL YOZLAŞMA

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: