Sivil toplum devletin ve ekonomik ilişkilerin dışında kalan alanı karakterize eder. Demokrasi açısından sivil toplum iki bakımdan önemlidir: Bireyin temel hak ve hürriyetlerini korumanın en garantili yolu sivil toplum örgütlemeleridir. Sivil toplum güçlüyse devlet tiranlaşamaz ve kapitalizmin sömürücü ilişkileri karşısında yurttaşlar asgari düzeyde bir özgürlükten yararlanırlar. Demokrasi-sivil toplum ilişkisi bağlamında ikinci önemli husus kamusal alandır. Sivil toplum kuruluşları aynı zamanda kamusal alanda söz söyleyen ve kamuoyunu şekillendiren birimlerdir. Bu nedenle sivil toplum ne kadar derinleşirse kamusal hayat o ölçüde zenginleşir.
Sivil toplum kavramını Türkiye için yeniden düşündüğümüzde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Gezi olayları ile 17-25 Aralık sürecinden beri derinleşerek devam eden devlet krizi koşullarında bu gidişattan memnun olmayan herkes, özellikle de aşırı politikleşmeden rahatsız olan kesimler için sivil toplumun sağladığı olanakları yeniden düşünmeliyiz. OHAL karşısında iyice sessizleşen ve özel alanlarına çekilen insanları tekrar kamuya dahil etmenin tek yolu bu. Ayrıca sivil toplum unsurları muhalif düşünce ve eylemlere destek verdikçe iktidarla muhalefet arasında şu an var olan verili eşitsizlik hali bir ölçüde etkisiz hale gelecektir.
Sivil toplumcu örgütlenmeyi beş ayrı kümede toplayarak tartışabiliriz: Kadın, Kent Hakkı ve Mekan, Çevre-Ekolojik Mücadele ve Dini Cemaatler ve Emek örgütlemeleri. Kadın hakları için mücadele eden dernek ve vakıfların kamusal hayattaki görünürlüğün arttığı ve özellikle kadına şiddet odaklı bir kamuoyu hassasiyetinin toplumun geniş kesimlerinde oluşmaya başladığı söylenebilir. Eğitim öğretim faaliyetleri içerisinde toplumsal cinsiyet temelli müfredata daha fazla yer verilmesi ve feminizmin akademi içerisinde popülerleşmesi olumlu gelişmeler. Ancak İslami rejim eğilimlerinin devlete hakim olmaya başlamasıyla laik sistemin kadına verdiği eşitlikçi statünün aşınmaya başladığı gerçeği de unutulmamalı. Belki de bu güncel tehdit nedeniyle kadın hakları mücadelesi sivil toplumcu canlanmanın en güçlü kısmını oluşturuyor. Çok sayıda kadın İslamcı reel politik yüzünden erkek karşısındaki konumlarının daha da kötüye gideceğini düşünmekte. Mücadeleden başka çare yok.
Kent hakkı mücadelesi ile ekolojik hassasiyet genelde aynı kulvarda örgütlenmekte. Kentsel dönüşümün yarattığı tahribat yoksulları daha da marjinalleştiriyor. Büyük kentler insanları mutsuz kılan bir habitata sahip. Ayrıca Gezi’den HES karşıtı mücadeleye, Cerrahtepe’den altın madenlerini tartışmaya açan yerel direniş ağlarına kadar pek çok noktada ciddi bir sivil toplumcu muhalefet var. Yeni toplumsal hareket mantığına eklemlenmiş bu kent-çevre mücadelelerin olumlu ve güçlü yanı yereldeki toplumsal meşruluğu. İnsanlar yaşadıkları mahalle veya köy söz konusu olduğunda söz hakkının öncelikle kendilerinde olduğunu düşünüyorlar. Ancak şöyle bir sorun var. Kent ve ekoloji temelli sivil toplumcu kalkışma çoğu durumda fazlasıyla muhafazakar bir içeriğe sahip olabiliyor. Yaşadığı alanı olduğu gibi korumak isteyen insanların korumacı tavrı kent hakkını dar bir çerçevede tutabiliyor. Bu arızayla bağlantılı diğer bir husus ekolojik veya kentsel sivil toplumculuğun diğer toplumsal ve siyasal mücadele hatlarıyla eklemlenmesindeki güçlükle ilgilidir. Çok fazla yerel bir mücadele içine girdiğinizde geniş toplumsal kesimlerin ilgisini çekmek mümkün olamıyor.
Dini cemaatlerin sivil toplum içerisindeki yeri hep tartışmalı oldu. Pek çok kişi ve yorumcu için dini cemaatler tam anlamıyla sivil toplumun bir unsuru değil. Çünkü aleniyet, kamusallık ve demokratik kültür gibi kıstaslar bakımından dini cemaatlerin örgütlenme biçimleri ve amaçları sivil toplum idealiyle taban tabana zıt bir yerde kendini var etmekte. Ama başta Şerif Mardin olmak üzere pek çok diğer yorumcu için dini cemaatler de sivil toplumun parçası. Sivil toplum ile sekülerizm arasında kurulan özdeşlik fazlasıyla Batılı bir okumayı karakterize etmekte. Bu verimli tartışmayı parantez içerisine alarak meseleyi irdelediğimizde sivil toplum ile dini cemaat ilişkisinin yakın dönem Türkiye toplumsal hayatı için bir hayli inişli çıkışlı bir seyir izlediğini görülüyoruz. Alevilerin kamusal hayata katılma süreçleri ile türban yasağına yönelik protestoların yönlendirilmesi gibi iki önemli noktada dini referansla hareket eden kesimlerin sivil topluma ciddi ölçüde katkı sunduklarını söyleyebiliriz. Ancak AKP iktidarıyla eklemlenmiş bir şekilde faaliyet gösteren dini cemaatlerin sivil topluma yönelik olumlu katkısı pek çok açıdan tartışmalı. FETÖ/Cemaat meselesinde somut bir içeriğe kavuştuğu üzere dini cemaatlerin önce devlet bürokrasisinde örgütlenmesi, ardından yasa ve ahlak dışı yolları kullanarak devleti ele geçirmeye çalışması sivil toplumu devlet karşısında araçsallaştırıyor. Dini cemaatler için sivil toplum devlete, yani esas hedefe sızmadan önceki durak gibi bir işleve sahip. Ayrıca dini cemaatlerin kurdukları yurt, okul ve vakıflar aracılığıyla seküler sivil hayatı daralttıkları, kadını erkek karşısındaki ikinci plana iten ataerkil bakışının güçlenmesine yardım ettikleri ve özerk bireyler yerine bağımlı bir yurttaş kültürü yarattıkları bu kesimlere yönelik temel yakınma nedenlerini karakterize ediyor.
Son olarak emek örgütlenmeleri ile sivillik ilişkisine değinebiliriz. Sosyal devlet ile ulusal kalkınma arasındaki pozitif ilişkinin bir kenara bırakılması insanlığı neo-liberalizmin vahşi koşullarına taşıdı. Epey bir süredir emek temelli örgütlenme popüler ve istenilir bir şey olmaktan çıkmış durumda. Tabii sendikanın işlevsizleşmesi sadece kapitalizmin emekle daha barışık bir sermaye düzenini terk etmesiyle ilintili görülemez. Sanayi sonrası üretim koşulları emekçi öznenin maddi dünyasını ciddi ölçüde değiştirdi. Daha rekabetçi ve daha yenilikçi bir dünyayla karşı karşıyayız. Şirketler uluslararası düzeyde örgütlenmiş durumdalar. Mekansal olarak birbirinden ayrılmış sayısız iş yeri işçi sınıfının kamusallığını ortadan kaldırıyor. Ortak bir mekanı paylaşmayan, farklı etnik kökenlerden gelen ve farklı dilleri kullanan işçileri tek bir davanın etrafında toplamak eskisine göre çok zor. Türkiye örneğinde işçi sınıfının ve sanayi toplumunun hiçbir zaman güçlü olmadığı olgusu emeğin sendika yoluyla örgütlemesini varoluşsal bir krize sokan bu yeni ekonomi politik gerçeklikle birlikte düşünüldüğünde durum tamamen umutsuz bir hale girmekte. Geldiğimiz yer şu: Sömürü artarken örgütlülük azalmakta. Hükümetin desteklediği memur sendikaları bir kenara bırakılırsa -ki onlar devlete o denli bağımlılar ki sivil toplumun parçası sayılmaları olanaksız- sendikacılığın hemen hiçbir geleceği yok. Yok olmakta olan bir şeyin adı sendika. Bir zamanların loncaları gibiler.
Tartışmayı bitirirken metnin girişindeki temel tezi tekrar ve daha güçlü bir şekilde vurgulamayız. Sivil toplum olmazsa demokrasi de olmaz. Bu ülkede yapısal bir hal almış demokrasi eksikliği sorunu önemli ölçüde sivil toplum eksikliği sorunuyla ilintilidir. Daha fazla demokrasi mi istiyorsunuz, dernekler ve vakıflar yoluyla sivil bir özne gibi davranmaktan başka bir çareniz yok.
0 comments on “SİVİL TOPLUM: NE YAPMALI? NASIL YAPMALI?”