Mercury Projesi, ABD’nin insanlı ilk uzay yolculuğu projesi. Uzaya gitmeyi göze alan ilk Amerikalılar fiziksel gerekliliklerini test edebilmek için deneme uçuşlarına seçilen 110 adet askeri pilottan oluşuyordu. Bu 110 pilottan, yedisi astronot oldu ve “Mercury Yedilisi” adını aldı. Peki, bu erkeklerle aynı zamanda fizyolojik tarama testlerinden geçmek üzere seçilen ve astronot olma yeterlilikleri konusunda üstünlüklerini kanıtlayan 13 kadına, Mercury 13’e ne oldu?
Sorunun cevabı belgeselimizde, ancak biz öncesinde bizi Mercury Projesi’ne kadar getiren tarihsel sürece bir göz atalım…
ABD ve Sovyetler Birliği arasında, 1947-1991 yılları arasında süren, askeri ve siyasi gerginliğe “soğuk savaş dönemi” diyoruz. Bu dönemde, dünya batı (ABD) ve doğu (SSCB) olmak üzere iki bloğa bölünüyor. Hemen belirtelim, aslında pek fazla bilinmeyen, “Bağımsızlar Hareketi” adı verilen bir üçüncü blok daha var. Bunları en basit tabirle diğer iki bloğa dahil olmak istemeyenler olarak adlandırabiliriz. Ancak örneğin Yugoslavya ve Çin, hem doğu bloğuna hem bağımsızlar hareketine dahil. Bunun sebebinin ülkelerin komünizme bakışının SSCB’den farklı olması olduğu söyleniyor.
Peki nereden türedi bu bloklar?
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede halk demokrasilerinin kurularak sosyalist düzene geçilmesi ve sosyalist hareketlerin birçok ülkede yayılması, Amerika Birleşik Devletleri tarafından tepki ile karşılanıyor. 5 Mart 1946’da, İngiliz Başbakan W. Churchill, Amerika’nın Missouri Kasabası’nda Başkan H. Truman’ın yanında Sovyetler Birliği’ne karşı siyasal bir savaş ilan eden ve “Demir Perde” ifadesine yer veren ünlü konuşmasını yapıyor. (Demir Perde, Avrupa’yı ikiye bölen ideolojik çatışma alanları ve fiziksel sınırları tanımlayan bir tabir. Demir Perde’nin doğu tarafında Sovyetler Birliği’ne bağlı ya da etkilenmiş bölgeler yer alıyor.) Churchill, Anglo Sakson ülkelerdeki yöneticileri, sosyalizme karşı güç birliği yapmaya çağırıyor. Böylece, bu konuşma Batı Bloğu için bir eylem planına dönüşüyor.
1947 yılında, ABD Başkanı Truman, SSCB’nin tehdidi altında olduğu ileri sürülen ülkelere ekonomik ve askeri yardıma dayalı doktrini ilan ediyor: Truman Doktrini. (Yakın tarihimizle de ilgili olduğu için bu konuyu açmadan geçmeyelim: Truman’a göre ABD, komünizm ile silahlı mücadele veren komünist ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardımda bulunmalıydı. Bu amaçla Kongre’den 400 milyon dolar kullanma izni istedi. Truman’ın kastettiği bu ülkeler Yunanistan ve Türkiye idi. Kongre’nin bu isteği kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapıldı.) Bu girişimlerin bir sonucu olarak, 1949 yılında, ABD’nin önderliği ile NATO kuruluyor. SSCB ise bu gelişmeye karşılık olarak, 1955 yılında Varşova Paktı’nı kuruyor ve kendi rejimine yakın ülkeleri bu pakt altında topluyor. Dünya, ABD ve SSCB ekseninde, Doğu ve Batı olmak üzere iki kutuplu bir hal alıyor. Böylece soğuk savaş dönemine girilmiş oluyor.
Soğuk savaş tabirini kullanmamızın sebebi, bunun bir süngü savaşı değil “prestij” savaşı olması. 1991 yılına kadar, doğu ve batı bloklarının zaman zaman savaş çıkarma tehditleri tüm dünyada gerginlik yaratıyor. Bu dönemde, insanlarda nükleer kıyamet paranoyasının oluştuğu söyleniyor. Genel kabule göre, Berlin Duvarı’nın yıkılışı komünizmin çöküşüne zemin hazırlıyor, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile de soğuk savaş Batı Bloku’nun üstünlüğü ile sona eriyor
Soğuk savaş dönemi boyunca, blok lideri olan ülkeler, hem askeri hem de psikolojik olarak birbirlerini test ediyorlar, bu testlerin sonucunda da mevcut olan savunma sistemlerini daha da güçlendirmeye çalışıyorlar. Ancak savaş sadece askeri ve siyasi alanda değil. Blok liderleri sanat, edebiyat, spor, bilim gibi alanlarda da birbirleri ile yarışıyorlar. “Uzay Yarışları” da bu rekabetin önemli bir parçası…
Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya arasında, 1957 ile 1975 arası süren rekabete “uzay yarışları” adı veriliyor. (Bu tabiri kullanan ilk kişi ABD başkanı Eisenhower.) Uzay yarışları, soğuk savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geliyor. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi bir araç olarak kullanıyor.
Yarış, Sovyetler’in 4 Ekim 1957’de Sputnik-1 adlı yapay uyduyu uzaya fırlatması ile başlıyor. SSCB tarafı mutlu ve gururlu: Uzay programları tüm halkın ilgisini çekiyor ve ülkenin teknoloji alanında kazandığı bu başarı, savaştan sonra yaralarını sarmakta olan halk için büyük cesaret kaynağı oluyor. Batı tarafında ise işler tam tersi: Sputnik, Amerika’da korkuya ve politik tartışmalara sebep oluyor. Sputnik’ten önce Amerika, kendi teknolojisini her alanda en üstün görüyor. Bu hayal kırıklığı, ABD’yi bu üstünlüğü yeniden sağlamak için olağanüstü çaba sarf etmeye itiyor. Bu olağanüstü çabanın ismi dahi var: Sputnik Krizi.
Sputnikten sadece 1 yıl sonra, ABD NASA’yı kuruyor ve Explorer 1 adlı ilk uydusunu dünya yörüngesine gönderiyor. Bundan 1 yıl sonra, SSCB Luna-2 adlı uzay mekiğini aya fırlatıyor. 1961 yılına geldiğimizde, ilk insanı uzayda görüyoruz: Yuri Gagarin. SSCB, yine ezici bir üstünlük elde ediyor. Aynı yıl NASA, önce maymunları sonra astronot Alan Shepard’ı uzaya gönderiyor ancak Shepard dünya yörüngesine ulaşamıyor. 1962 yılına geldiğimizde, ABD’den bir gelişme: ünlü astronot John Glenn dünya yörüngesine çıkıyor.
1961 yılında başkanlık koltuğuna oturan Kennedy, uzay çalışmalarına çok büyük önem veriyor. Bu yarışta Sovyetler’i artık geçmeye kesin kararlı olan başkan, hedefinin aya bir insan indirmek olduğunu açıklıyor. Başlatılan Apollo projesi ile, 20 Temmuz 1969’da, bu hayal gerçekleşiyor ve Neil Amstrong aya ayak basan ilk insan oluyor: “Bir insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir adım.”
Bu adımlar aynı zamanda Amerika’nın uzay yarışındaki nihai zaferinin sembolü oluyor. O andan itibaren uzay denildiğinde akla gelen ilk kurum NASA olarak zihinlere kazınıyor…
Gelelim belgeselimize…
Mercury Projesi’nin, ABD’nin ilk insanlı uzay yolculuğu projesi olduğunu belirtmiştik. William Randalph Lovalance adlı havacılık tıbbi ile ilgilenen Amerikalı doktor, NASA tarafından uzaya çıkacak erkeklerin astronot olma yeterliliklerini ölçmekle görevlendiriliyor. Doktor Lovalance, birçok kadın hız rekorunu elinde bulunduran kadın pilot Jacqueline Cochran ile samimi arkadaş. Lovalance, arkadaşını da gözlemleyerek kadın pilotların uzay için oldukça uygun olduklarını düşünmeye başlıyor. Bu nedenle, NASA’dan gizli olarak uzay uçuşu için kadınların yeteneklerine odaklanan bir araştırma programı geliştiriyor. O zamanlar Amerika’nın en çok kazanan ceosu ile evli olan arkadaşı Jacqueline Cochran ise projeye maddi destek sağlıyor. Projenin amacı, kadınların fiziksel ve psikolojik olarak uzayda kalmanın zorluklarına dayanabileceklerini göstermek olarak belirleniyor. Böylece, kadın pilotlardan oluşan bir liste hazırlanıyor ve bu pilotlar seçmelere davet ediliyorlar.
Seçilen kadınlar, ülkenin en iyi kadın pilotları ve hepsi Lovalace gereklerini yerine getirmek zorunda: 35 yaşında altında olmalılar, herhangi bir sağlık problemleri bulunmamalı, ikinci sınıf tıbbi sertifikaya sahip olmalı, lisans derecesine sahip olmalı, daha önce 2000 saatin üzerinde uçuş yapmış olmalı gibi. Lovalance, kadınları çok sayıda röntgen ve dört saatlik göz muayeneleri içeren çok ağır testlerden geçiriyor. Örneğin kadınların baş dönmesine karşı dayanıklılığını test etmek için kulaklarına buzlu su sıkılıyor. Uzaydaki muhtemel ortama dayanıklılıklarını tespit etmek için, kadınların vücut ısıları ve bulunduğu ortamla aynı sıcaklıkta su tankerlerinde uzun süre durmaları isteniyor. Kadın pilotlardan Jerry Cobb, ortalama bir insanın 3. saatten sonra halüsinasyonlar görmeye başlayıp sudan çıkarıldığı bu suyun içerisinde tam 9.5 saat durarak rekor kırıyor.
20 kadın pilottan 13’ü, tüm testlerden üstün başarı ile geçiyor. Ancak testin son aşamasında, NASA’nın durumdan haberi oluyor ve sonuçları dahi görmeyi reddederek “derhal projenin sonlandırılmasını, uzayda kadınların yeri olmadığını” söylüyor. Tabiri caizse, kestirip atıyor.
13 kadının da en büyük hayali uzaya çıkabilmek. Hepsi de bunun için yeterli olduklarını biliyor. Bu darbe, onlara çok ağır geliyor ve “uzay bir erkekler kıraathanesi olamaz” diyerek haklarını aramaya başlıyorlar. Ancak sonuç her seferinde hüsran oluyor: ABD-SSCB uzay yarışlarında SSCB’nin çok önde olduğu, kadınları bu projeye dahil ederek konunun riske atılamayacağı, proje için ayrılan milli servetin bu şekilde çöpe atılamayacağı söyleniyor.
Mercury Yedilisi olarak bilinen erkek astronotlar da (özellikle de John Glenn) bu görüşü destekliyorlar. John Glenn, kadınların tıpkı kendisi gibi birer pilot olduğunu ve testleri başarı ile geçtiklerini göz ardı ederek “Gerekli yeterlilikte kadın bulunursa elbette ki projeye dahil edilmeli.” diyerek gülüyor. Bunun sebebinin, projeye dahil olacak herhangi bir kadın astronotun erkekler arasında parlayacağı ve tüm reklam kampanyalarında en önde olacağı endişesi olduğu söyleniyor.
Bu sırada, 16 Haziran 1963’te, SSCB bir skydiving sporcusu olan Valentina Treşkova’yı uzaya gönderiyor. Böylece Valentina, uzaya çıkan ilk kadın olma unvanını kazanıyor. Valentina, dünyanın yörüngesinde 48 tur atarak yaklaşık 3 gün geçiriyor. Mercury 13 kadınları ise, bu gelişmeyi “Çok sevindik, gurur duyduk. Biz de orada olabilirdik ama bir kadının uzayda olması bize yine de gurur verdi.” diyerek yorumluyorlar. Yani, soğuk savaş döneminin gergin “yarışma” ortamında dahi, bu kadınların “kadınların ilerlemesi ve her alanda var olması” düşüncesini, milli değerlerinin ve ülke politikalarının önüne koyduğunu görüyor ve duygulanıyoruz.
Bu gelişmeden sonra, NASA sözcüsüne “Acaba biz de projeye bir kadın dahil edebilir miydik? Dahil etsek ne olurdu?” sorusu yöneltiliyor. İlk etapta pişmanlık duyduğunu düşündüğümüz sözcünün ise cevabı şu oluyor: “Evet kullanabilirdik. Şempazeleri göndereceğimize onlarla aynı tipte kadınları gönderebilirdik.” Salonda kahkahalar kopuyor…
Belgeselin aynı zamanda bir görsel şölen olduğunu, Mercury 13 kadınları ve onlardan vefat etmiş olanların aileleri ile tanışacağınızı, kadınların uçmaya olan tutku ve çabalarından ilham devşirmemenin mümkün olmadığını belirteyim. Gururu ve hayal kırıklığını aynı anda tattıran belgeselde, Mercury 13 ruhu hala yaşadığını ve hem kendi zamanında hem günümüzde birçok olumlu gelişmeye sebep olduğunu görüyoruz.
Rotten Tomatoes’un, Mercury 13 belgeseli ile ilgili yorumu ile yazıyı sonlandırıyorum: “Mercury 13, kurumsallaşmış cinsiyetçiliğin sayısız rüyayı nasıl engellediğine ve ulusları tam potansiyellerinden nasıl geri bıraktığına dair başka bir ciddi örnek sunuyor.”
EKSTRA:
-Mayıs 2007’de Wisconsin-Oskesh Üniversitesi tarafından, hayatta kalan 8 kadına, “öncü ruhları ve kadın haklarını ilerletme çabaları” nedeni ile fahri doktora verildi.
-Mercury 13, kurgunun da içine girdi: Buzz Aldrin’i Uzay Yarışı adlı bilgisayar oyununda, oyuncudan kadın astronotları tercih etmesi isteniyor. Bu astronotların isimlerine baktığımızda, Mercury 13 kadınlarının adları olduğunu görüyoruz.
-Maiken Nielsen, 2019 yılında yayımlandığı “Uzay Kızları” adlı romanında Mercury 13’ün de hikayesini anlatıyor.
KAYNAKLAR:
Valentina Tereşkova
https://www.atlasdergisi.com/gundem/uzayda-kadinlar.html
https://medium.com/t%C3%BCrkiye/so%C4%9Fuk-sava%C5%9F-d%C3%B6nemi%CC%87-1947-1991-453ec5ed4db4
https://tr.wikipedia.org/wiki/Truman_Doktrini
Soğuk Savaş
https://www.parafcard.com.tr/20341-insanoglunun_uzay_macerasi
0 comments on “Uzaya bir kıraathane olarak bakmak: Mercury 13 belgeseli”