09-KENTE KARŞI SUÇ POLİTİKA

ZORLA TAHLİYELER: KENTE KARŞI İŞLENEN SUÇ MU, KENTLİNİN İHLAL EDİLEN İNSAN HAKLARI MI

Kente karşı işlenen suç/ları açabilmek için, önce suç kavramına kısaca göz atalım. Türk Dil Kurumu, sözcüğü iki başlık altında tanımlıyor: 1) Törelere, ahlak kurallarına aykırı davranış, 2) Yasalara aykırı davranış, cürüm. Töreler ve ahlak kurallarının çağlar boyunca zamana ve mekana göre şekillendiklerinden hareketle, birinci şıktan evrensel bir tanım çıkartmak sakıncalı olabilir. Örneğin, kentsel kamusal alanları kadınlara kapatan bir töre/ahlak kuralı, başlı başına bir insan hakkı ihlali olduğundan, bu kuralı çiğnemek suç mudur? Öte yandan, yasaların egemenler ve güçlüler tarafından yapıldıkları göz önüne alındığında, her yasal olanın meşru olmadığı da tarih boyunca kanıtlanmış bir olgudur. Meşruiyet, adalet ve vicdan üzerinden temellendiğine göre, adaletsiz yasaları ihlal etmek suç sayılabilir mi? Zenci Rosa Parks’ın yasayı çiğneyerek, otobüsün en önünde beyazlara ayrılan yere oturması ve yerinden kalkmamasını suç kabul edebilir miyiz? Yakınlarda Macaristan’da evsizlere karşı yürürlüğe giren ve görüntü kirliliği yarattıkları gerekçesiyle evsizlerin kent merkezlerine ve tarihi turistik bölgelere girişlerini yasaklayan ırkçı yasayı ve uygulamalarını reddetmek suç mudur; yoksa vicdani ve insani bir sorumluluk mu? Çok- dilli belediyecilik bir vatandaşlık hizmeti midir, suç mudur? Örnekleri çoğaltmak mümkün; ancak bu metnin amacı suç kavramının tartışılması değil; kavramdaki çelişkilerin altını çizerek, insan hakları temelli bir yaklaşımdan azade bir suç kavramının malullüğüne dikkat çekmek. 
Devam edelim, kente karşı işlenen suç/lar sözü ile anlatılmak istenen nedir? Ortada bir suç tanımı olduğuna göre, illiyetlik bağı kurarak, en az bir fail ile bir mağduru tanımlayabilmemiz gerekir. Bu bağlamda, suçun kente karşı gerçekleştirildiği belirtildiğinden, hakları ihlal edilen ve mağdur olan varlık kenttir, diyebiliriz. Kent suçları dendiğinde, yapılı çevre, fiziki mekanlar, kamusal alanlar, kamu binaları, kültür ve tarih varlıkları, sit alanları, yeşil alanlar, doğal zenginlikler, çevre, estetik, planlama, altyapı hizmetleri vb. ihlalleri akla gelir. Peki, kentin kullanıcıları, kentliler, kent suçu kavramının neresinde yer alırlar? Bu listede sayılanların yanına kentlileri de bir başka kalem olarak eklemeli miyiz; yoksa kente karşı işlenen suçlar aslında kentlilere karşı işlenen suçlar olduğundan özne kentliler midir? Nihayetinde kent de bir mekan çeşididir ve bir mekanı içinde yaşayanlar var eder. Kentsel mekanları dolduran insanlar, gündelik yaşamlarını, toplumsal ve ekonomik ilişkilerini, doğa ve çevreyle bağlarını, kültürlerini kentsel mekanlarda inşa ettiklerine göre, kente karşı işlenen suç/lar yerine, kentte değişik bağlamlarda gerçekleşen insan hakları ihlallerinden bahsetmek kullanıcıya, zamana ve mekana göre konumlanan bir suç kavramından ve muğlak bir mağdur tanımından bizi kurtarmaz mı? Nitekim, literatürde de kente karşı işlenen suçlar kavramı yerine kent hakkı, kentli hakları ihlalleri ile daha sık karşılaşmaktayız.
Kavramı neden kaypak bulduğumuzu ve bu kavramın yerine neden insan odaklı bir yaklaşımı tercih ettiğimizi biraz daha açalım. Ekonomik büyüme ve gelişmesini kentsel mekanların yeniden üretimi üzerinden tanımlayan bir kentte, yeni mekanların üretimi çoğunlukla alt gelir gruplarının yaşadıkları yerleşik mahallelerin yıkımlarıyla gerçekleştiriliyorsa, etkilenen nüfusların konut haklarının ihlalleri kent suçları kapsamında sayılmalıdır. Ancak bu durumda, başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Kentlilerin tümünün kent ile kurdukları ilişki eşit olmadığından ve dolayısıyla da mağduriyetler karşısında eşit mevzide durmadıklarından, kent suçu, konumlanan mevziiye göre değişebilen kaygan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin rant elde etmek için imar planları aracılığıyla kentin yeniden inşa edilmesini kente karşı işlenen suçlar kapsamında sayanların bir kesimi, bu rantın enformel mahalleler üzerinden elde edildiğini göz ardı edip, gecekonduları da kent suçları kapsamında saydıklarında, rant uğruna yaşam alanlarından zorla tahliye edilen mağdurların fail ilan edilmeleri gibi tuhaf bir durumla karşılaşmaktayız ki; bu yaklaşım insan hakları temelli bir yaklaşımla taban tabana zıttır.
‘’Kente Karşı İşlenen Suçlar’’ başlıklı ve oldukça da ilgi çeken bir fotoğraf yarışmasının konusu “Saygısız ve planlı yapılaşma” olarak saptanmıştı. Burada, planlıdan kasıt, geçmiş yıllardaki gecekondu gibi “plansız ve çarpık yapılaşmanın’’ yanına artık planlılarının eklenmiş oluşu olarak açıklanıyordu. Plansız ve çarpık yapılaşmanın sorumluluğunu, konut hakkı yükümlülüklerini gerçekleştirmeyen yerel ve merkezi yönetimlerde ve hakkı tanımayan adaletsiz sistemde aramak varken; damgalama mekanizmalarıyla sorumluluğu, sürecin mağdurları gecekonduluların omuzlarına yıkmak, gecekonduların rant uğruna planlı yıkımlarını meşrulaştırma ve dolayısıyla bizzat tanımlanan kent suçuna iştirak değil ise, nedir? Yarışmanın fotoğraflarının kamusal alanlarımızı gasp eden AVM’lerden birinin içerisinde sergilenmesi ise bir başka ironiydi. Anlaşılan günümüzün tüketim tapınakları, yarışmayı düzenleyenlerin suçlar sözlüğünde yer almıyordu; AVM yer almıyordu; ama gecekondu yer alıyordu!
Bir başka örnekle devam edersek, ‘’Köylü, köylülüğünü kentte de sürdürüyor. Kenti köyleştiriyor’’(Keleş), serzenişi, kırsaldaki gündelik yaşam pratiklerini kentte devam ettirmelerinden dolayı göçmen nüfusları kentlileşememek ve kentin estetiğini/düzenini bozmakla suçlayabilirken, insan hakları temelli bir yaklaşım nüfusların gündelik yaşam pratiklerini devam ettirebilme ve kenti kullanma haklarını savunur. Tarlabaşı’nda pencereler arası salınan çamaşırlar, Fener-Balat’ta sokaklar boyu yıkanan halılar, Tokludede parkında dövülen yünler, kapı önü dolma sarmalar, çekirdek çitlemeler, kısaca, mahallelerin kamusal alanlarını kendi arzu ve gereksinimleri doğrultusunda ferahfeza kullanmaları; ya da mekanlarını yeniden üretmeleri birer kent hakkı örneğidir.
Kente karşı işlenen suç/lar yerine insan hakları odaklı bir yaklaşımı neden tercih ettiğimizi böylece tartıştıktan sonra, kente karşı işlenen suçlar kapsamında seyrek zikredilen; ancak insan hakları odaklı bir yaklaşımda, ilk görüşte insan hakkı ihlali sayılan zorla tahliyelere ve konut hakkı ihlallerine gelmek isteriz.
Zorla Tahliyeler ve Konut Hakkı İhlalleri
Tüm evrensel insan hakları mekanizmalarına göre insan haklarının esası, insan onuruna uygun bir yaşamdır. 1966 tarihli Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar (ESKH) Sözleşmesi (Sözleşme) 11. Madde 1. Paragraf, onurlu bir yaşam standardını tanımlarken, yeterli beslenme, giyinme ve yaşam koşullarının sürekli olarak geliştirilmesi yanında barınmayı da sayar. Neoliberal kentleşmenin konut hakkı ihlallerinin 80’lerin ortalarından itibaren iyice görünür olmaları ve dünya üzerinde zorla ev boşaltma ve tahliyelerin artması üzerine, 11. Madde 1. Paragraf, ESKH Komitesi’nin 4 (1991) ve 7 No’lu (1997) Genel Yorumlar’ıyla çağın gereklerine göre yeniden yorumlanır. Türkiye, Sözleşmeyi seneler sonra, 2003 yılında AKP iktidarı zamanında imzalamıştır; ancak ne tuhaf ki Sözleşme’de ve Genel Yorumlar’da tanımlanan konut hakkı, en fazla AKP iktidarları tarafından ihlal edilmektedir.
4 No’lu Genel Yorum, ilgili maddeden barınma hakkını çıkartır, yerine konut hakkını; hatta daha doğru bir tanımla “yaşamaya elverişli” konut hakkını getirir. Buradaki konut hakkı da barınma gibi, mülkiyetten bağımsız bir kullanım hakkı üzerinden tanımlanır. Barınma hakkının neden değiştirildiğine gelirsek. Madem insan haklarının özü onurlu bir yaşamdır; öyleyse dört duvar, bir çatı, derme çatma bir barınak; ya da bir kulübe barınma ihtiyacını karşılar; ancak hiçbiri onurlu bir yaşam standardının faktörü olamaz. Komite, kuru bir “yaşamaya elverişli konut” tanımı ile de yetinmez, tanımı 7 alt başlık altında, 8. paragrafta açar. Başlıklardan net anlaşılamayanları kabaca açarak sıralayalım:  1) Kullanım Hakkının Yasal Güvenliği,
2) Hizmet, malzeme, tesis ve altyapının kullanılırlığı,
3) Maddi olarak karşılanabilirlilik (Konutla ilgili mali giderler diğer haklara ve hizmetlere erişimi engellemeyecek),
4) Oturmaya Elverişlilik (Afetlere, hava şartlarına karşı koruyan emniyetli, sağlıklı konut),
5) Erişilebilirlilik (Ayrımcılık yapmadan kırılgan gruplar ve yoksullar başta olmak üzere herkes için),
6) Konutun Mevkii (Eğitim, sağlık gibi hizmetlere ve istihdama ulaşımı kolay),
7) Kültürel Yeterlilik (İlgili nüfusun kültürel gereksinimlerine ve gündelik yaşam pratiklerine saygılı konut).

Burada bizi en çok ilgilendiren, konutun kullanım hakkı üzerinden tanımlanmasıdır ki bu kullanım hakkı kiralık (kamusal ya da özel) konut, konut kooperatifi, ev sahipliği, finansal kiralama, acil durum (afet) evleri ile bir arsa veya mülkün işgali de dahil olmak üzere,  yasadışı iskan gibi pek çok biçimi kapsar. Herkesin, ne biçim kullanım hakkı olduğuna bakılmaksızın, kişiyi zorla tahliye, taciz ve diğer tehditlere karşı yasal koruma sağlayacak kullanım hakkının bir derece güvenliğine sahip olması gerekliliğinin altı çizilir. Kente karşı işlenen suçlar kapsamında gecekondu örneği üzerinden itiraz edilen işgal ve yasa dışı iskan, insan hakları temelli yaklaşımda kullanım hakkı olarak değerlendirilmektedir. Burada devletlerin yükümlülüğü, gerekli tedbirleri alarak, her ne şekilde olursa olsun kullanım hakkını yasallığa kavuşturmak ve her türlü tehdide karşı gereken önlemleri almaktır.
Türkiye’nin kentsel dönüşüm ve yeniden iskan politikalarının konut hakkı ihlallerinden başlıca örnekleri konutun yasal güvenliğinden başlayarak sayalım. Taksitlerle TOKİ konutlarına mecbur kalan ve enflasyonun giderek arttığı bir dönemde, 10 – 20 yıl vadelerle bankalardan kredi alan nüfusların kullanım haklarının yasal güvenliğinden bahsedilemez; çünkü son taksitlerini ödeyene kadar tapularını alamadıklarından konutlarının sahibi değiller.  Düzenli gelirleri olmayan emekçi ve yoksul gruplar, zaten, kredi taksitlerini düzenli ödeyemediklerinden icra tehdidi altında yaşamlara mahkum olmaktalar; çoğu evlerini borcuyla satarak yoksunlaşmış ve yoksullaşmış olarak terk etmektedir. Ayazma – Bezirganbahçe yeniden iskanında, Taşoluk’a gönderilen Sulukuleli kiracılarda, Başbakan’ın iftihar ettiği Kuzey Ankara-Karacaören yeniden iskanında, Uzundere – Kadifekale ve Samsun 200 Evler-260 Evler yeniden iskanlarında bu mağduriyetler çeşitli araştırmacılarca belgelendi. Konut kredileri bu nüfusların ödeme güçlerine göre düzenlenmiyor; oysa Genel Yorumun ilgili maddesi, taraf devletleri konuta ait masrafların gelir düzeyi ile orantılı olmasını sağlayacak önlemler almakla yükümlü kılar.
Konutun mevkii açısından bakarsak, Taşoluk merkeze 45 km uzakta ve bir tek otobüs var, o da gece 12.00’den sonra çalışmıyor. Oysa Sulukuleli Roman, merkezde geç saatlere kadar müzik yapıyor; bu durumda, işe nasıl gidip gelecek? Ayazmalılar ise tek akbil ile İstanbul’un her yerine gidebildikleri bir düzenden, birkaç akbil basmak zorunda kaldıkları bir düzene geçtiler; işe, sağlığa, eğitime erişimin maliyeti arttı. Konut, ayrımcılık yapmadan tüm bireyler ve kırılgan gruplar için erişilebilir olmalıyken, Türkiye’de yoksullar için erişilebilir değil.
Bir başka kriter alt yapı ve hizmet.  TOKİ konutlarının yetersizliklerini biliyoruz; çatıları uçan, kapıları düşen, asansörleri bozulan, altyapıları yetersiz konutlardan gelen isyan sesleri basında sıkça yer almakta. Emniyet açısından incelersek, yeniden iskan konutlarının ne kadar emniyetli oldukları da soru işaretli. Maltepe Başıbüyük’te yapılan TOKİ konutları kayıyor; çünkü kuyu çıktığı için mahallelinin park olarak bıraktığı alana TOKİ yüksek katlı bloklar dikti. 2012’de Samsun Canik Kuzey Yıldızı TOKİ’de bodrum katlarına dolan sel sularından ölen vatandaşlarımız olmuştu. Öte yandan, Bezirganbahçe TOKİ sakinleri, sel sularının nasıl bodrum katlara girdiğini ve camları kırarak eşyaları kurtardıklarını tam 4 sene önce 2008 senesinde anlatıyorlardı. TOKİ, konutlarından geri bildirim almış olsaydı; daha sonra inşa ettiği Canik konutlarının kapıcı dairelerini de zeminin altına yapmazdı.
Bir başka kriter, kültürel yeterlilik. Sulukule’den kopartılan Roman; kültürünü, müziğini üretemediğinden kültürü yok oluyor. Fiziki boyutun ötesinde, sosyal, ekonomik, kültürel birçok boyutu içeren mekan önemli. Mahallelerimiz yaşam alanları iken, bir müteahhit mantığıyla düzenlenmiş, kamusal alan yoksunu TOKİ sitelerinde, komşuluk ilişkileri, sosyal ağlar, dayanışma paramparça oluyor; sakinler, taksitlerini ödeyebilmekten başka bir şeyle ilgilenemeyen atomik bireylere dönüşüyorlar.
1997 tarihli 7 No’lu Genel Yoruma gelirsek, Yorum zorla tahliyeleri tanımlar. Zorla tahliye, kişilerin, ailelerin ve/veya toplulukların kendi iradeleri olmaksızın oturdukları evden ve/veya topraktan geçici ya da daimi olarak ve uygun hukuki veya diğer koruma biçimleri sağlanmaksızın ve bu biçimlere erişim olmaksızın çıkarılmalarıdır. Yorum, 76’daki BM, İnsan Yerleşimleri Konferansı’nda alınan karara atıfta bulunarak, “Büyük yıkım ve tasfiye işlemlerinin ancak ve ancak koruma ve onarımın yapılabilir olmadığı durumlarda ve yeniden yerleştirmelere ilişkin tedbirler alındığı sürece yapılmaları gerektiğine’’ dikkat çeker. Zorla tahliye ancak çok gerekli şartlarda-afet, savaş; vb.- ve alternatif olanaklar sağlanarak yapılmalıdır. Zorla tahliye, tüm insan hakları mekanizmalarında ilk görüşte insan hakkı ihlali sayılır. İşgal ve yasadışı iskan ile yerleşmiş dahi olsa, kişilerin, ailelerin ve/veya toplulukların kendi iradeleri olmaksızın mahallelerinden ve evlerinden çıkartılmalarını ilk görüşte insan hakkı ihlali kabul eden hak temelli yaklaşım karşısında, enformel mahallelerin zorla tahliyelerini ve yıkımlarını kente karşı işlenen suçlar kapsamında sayan örnek olmadığı gibi; yukarıda da belirttiğimiz üzere, tam aksine gecekondu kente karşı suç olarak tanımlanabilmektedir.
2009 tarihli BM-Habitat AGFE İstanbul Raporu’na göz atarsak, Rapora göre,  eldeki veriler ile direkt olarak etkilenecek kişi sayısını saptamak zordur; ancak olayın boyutu ve Metropoliten İstanbul’un tümü göz önüne alındığında, ciddi tehdit altında olan kişi sayısının 1 milyon gibi bir rakam ile ifadesi, mütevazı kalmaktadır. Raporu okumaya devam edersek, TOKİ ve Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul’da 1 milyon yeni konut yapacakları açıklaması, olayın dramatik boyutunu ele vermektedir: Eğer süregelen kentsel dönüşüm uygulamaları devam eder ve bu uygulamaları tersine çevirecek hiçbir şey yapılmazsa, bu 1 milyon konutta  oturan alt  ve orta gelir grubundan 8-10 milyon kişi etkilenecektir. Bu rakam 2009 tarihinde yapılan bir projeksiyondur; Afet Yasası gibi ihlallerle malul bir mekan müdahalesi göz önüne alındığında, rakam oldukça gerçekçidir.
“Binalara odaklananlar bir yerin ruhunun ve yaşamının fiziki çevreye değil orada deneyimlenmekte olan yaşama bağlı olduğunu unuturlar”,  John Friedman 1999
“17-18 senelik manevi değerlerimiz vardı. Doğumu o evde yaptık, çocuklar orada doğdu. Kimliklerinde ‘Ayazma’ yazıyor ama artık öyle bir yer yok. Alıştığımız yerden bizi söküp başka bir yere taşıdılar. Yeni şehir yapmak kolay, insanı yerleştirmek zor; işini, doğayı kaybediyor, alıştığın insanları yitiriyorsun. En güzeli doğduğun büyüdüğün yerde ölümdür. Ruhum iyi değil, çocuğumunki de”.
Bu feryat, Küçükçekmece Ayazma/Tepeüstü kentsel dönüşümü ile Bezirganbahçe TOKİ Sitesi’ne yeniden iskan edilen önce Batmanlı; sonra “Ayazmanlı”; ancak hiçbir zaman Bezirganbahçeli Beşir’e ait. Komşuluk ağları, dayanışma ilişkileri, kendine has kültürel pratikleri ile herhangi bir mekanın çok ötesinde bir yaşam alanı olarak mahalleden kopuşun acısı, ruhun yitişi ile açıklanıyor. Kentsel mekan, kuşkusuz, sadece maddi mekanlar ile sınırlanamaz. Ünlü sosyolog ve düşünür Lefebvre’e göre, kentin mikro mekanlarında gündelik yaşam yürütülürken, toplumsal olan yeniden üretilir ve sosyal anlamlar inşa edilir; yapılanmış çevre ve sosyal yaşamın ritimlerinin kesiştiği her yerde anlamlar yaratılır. Gündelik yaşamın içinde yaşandığı ve deneyimlendiği mahalleyi/ mekanı bizim eyleyen de; deneyimlerimizden doğan anlamlardır. Anlamlar bize köklerimizin orada olduğunu durmaksızın hatırlatırken aynı zamanda kendimizi emniyette hissettirir, aidiyet mekan/lar üzerinden inşa edilir. Öte yandan, büyük çaplı projeler ve kapsamlı planlarla kenti şekillendiren (ve yeniden şekillendiren) iktidar ve sermaye için gündelik yaşamın anlamları konu dışıdır. İnsani ilişkiler yerine ranta, vatandaşlık değerleri yerine tüketicilik normlarına odaklı yeni kentsel düzende, resmi hikaye, insana değil; sermaye birikimine yönelik yazılır (J. Friedmann:1999). Her ne pahasına olursa olsun büyüme ve ranta odaklı bu hikayede, kentin gündelik yaşamı, insani ilişkileri, çevrenin korunması, tarihi ve kültürel değerler, mekanlarla var olan görenekler ve pratikler yer bulamazlar. Neoliberalizmin borusunun öttüğü çağımızda,  kentler artık birer tüketim ve tüketicilik hapishanesidir.
Mekana yapılan her müdahale sadece anlamları yok etmekle kalmaz; bu anlamların dayandığı sosyal ilişkileri de darmadağın eder. Ayazmalı bu nedenle feryat eder; 40 yıllarını verdiği mahallesinden koparılan Ayvansaray Tokludedeli Hürrü Ana, komşularından ağlayarak ayrılırken yeni yaşamına yol alır, Sulukuleli Gülsüm Abla, çaresizlikle nereye gideceğini/ ne yapacağını sorar… Büyük çaplı projeleri gündelik hayatın mekanlarına dayatarak paylaşılan anlamlar ağını parçalamak, hepimizin hakkı olan bir yaşam tarzından kopmamıza ve yabancılaşmamıza yol açar; kendi kentine yabancılaşmış nüfuslar ortaya çıkarır. Bu İstanbul bizim İstanbulumuz değildir, kentin mekanlarında “Fransız” dolanırız. Elimizi kolumuzu sallayarak dolandığımız her kamusal alan AVM’leştirilmiş, rezidanslaştırılmış veya allanıp pullanıp butik proje eylenmiştir. Kamusal alanlar özelleştirilip daraltılırken, kentin merkezleri üst gelir gruplarına göre tasarlanıp, tüketemeyenlere kapatılır, alt gelir grupları ve emekçi mahallelerine zorla tahliyeler gözükür.
Kapısında çekirdek çitleyenlerle iki kelam/ bir çay her mahalle, artık birer özel alandır; güvenlikçiler boyu geçilmez. Sulukule’nin çöküntü evleri “temizlenmiş”, Tarlabaşı “hijyenik” kılınmış, Tokludede’deki tarihi evler onarılarak “geri kazanılmaktaymış”, sırada Bedreddin, Tophane, Fener-Balat-Ayvansaray ve bilcümlesi varmış, ne gam! Binalara odaklananlar bir yerin ruhunun ve yaşamının fiziki çevreye değil; orada deneyimlenmekte olan yaşama bağlı olduğunu unuturlar (J.Friedmann:1999). Kendine has özellikleriyle değişik mahalleler kenti nitelikli kılar. Ziyaret edilen kentlerde, eğer, uzun zamandır orayı mekan eylemiş topluluklar yerlerinden edilmişlerse, bir enerjinin eksikliği hemen hissedilir (Perera:2002). Kentin otantikliği o kentin binaları değil, insanlarıdır; “eğer bir kentin insanları, köklerinin orada olduğunu bilip, yerlerinden edilmeyeceklerinden eminseler o kent otantiktir, özgündür”, der Amerikalı sosyolog Zukin.
Arazi rantı ve sermaye birikimi uğruna, sakinlerini zorla tahliyelerle hallaç pamuğu gibi atan bir kentin özgünlüğünden bahsedilebilir mi? Kentlerin özgün karakteristiklerini yitirerek, gelip geçici turistler için görsel şenlik ve alışveriş cenneti, sermayedarlar için yatırım nesnesi, CEO’lar için lüks yaşam ve tüketim mekanları, öte yandan kendi sakinleri için için sürgün demek oldukları böyle bir sürecin son noktasını, ünlü düşünür Baudrillard Los Angeles üzerinden şöyle tarif ediyor:
“Kendi dışındaki her şeyin gerçek olduğunu hatırlatmak için Disneyland bize hayal ürünü olarak sunulur ama aslında, artık tüm Los Angeles ve onu çevreleyen Amerika gerçek değildir;  hiper-gerçeğin ve simulasyonun bendesidirler.”
Böyle bir çerçevede Amerika’daki tek hakiki mekan Disneyland’ın kendisi olur; çünkü Disneyleşen tüm mekanların aksine, Disneyland kendinden başka bir şey olmaya öykünmemektedir! Dubai-Manhattan arası bir kent karikatürüne doğru “Disneyleştirilme” yolundaki İstanbul, yakın bir gelecekte Baudrillard’ın yukarıdaki alıntısı misali “hiper-gerçeğin ve simulasyonun bendesi’’ olurken, yerel yönetimlerin ayıla bayıla her alana planladıkları tema parkları da; herhalde bu kentteki en gerçek mekanlar olacak!
Gerçekliğini ve otantikliğini mahallelerine borçlu İstanbul’u, güvenlikçiler ordusu ve yüksek duvarlarla çevrili kalelerle ayrıştırıp, yerleşik nüfuslarını zorla tahliye edenler, mahalleleri birer ikişer kentin hafızasından silenler, kentin ruhunu düşünürler mi? Sosyolog Zukin, böyle bir gidişat sonucu soylulaştırılarak insanlarından koparılan New York’u sorgular:
“Son yıllarda New York çok değişti. Yeni binalar, yeni insanlar,  gerçek özelliklerini kaybeden mahalleler. Her yerde soylulaştırma, canlandırma, göç,  her yerde. Yeni butikler ve kafeler üç kuruşa mal satan dükkanların ve köşedeki emektar bakkalın yerini aldıklarında ne olur?” (Zukin 2011) .
Ve devam eder: “Bir kenti kent yapan binaları değil de insanları ise, gittiklerinde ne olur?”
Yanıt acıdır: “Kentin ruhu ölür.”
Kentin ruhunu öldürmek insanlık suçu değil midir?
Kaynakça
Elektronik kaynaklara son erişim 24 Mart 2014
Adanalı, Yaşar. http://mutlukent.wordpress.com/category/kent-suclari/
Baysal, Cihan Uzunçarşılı.
’Disneyleşen İstanbul: Kentin Ruhu Ölürken’’, Mimar Mühendis, Sayı 65.
Mart-Nisan 2012.
Friedmann, John. The City of Everyday Life, DISP 136-137; 1999.
Keleş, Ruşen. Kent ve Çevre Haklarının Korunması Üzerine Gözlemler
http://www.politics.ankara.edu.tr/dergi/pdf/49/3/24_rusen_keles.pdf
Zukin, Sharon.Naked City. The Death and Life of Authentic Urban Places.  2011.
http://www.tasarimyarismalari.com/kente-karsi-islenen-suclar-fotograf-yarismasi/
4 No’lu Genel Yorum:Yeterli Konut Hakkı:
http://sorular.rightsagenda.org/Uploads/ESKH%20MEV/ESKH%204%20No%E2%80%99lu%20Genel%20Yorum.pdf
7 No’lu Genel Yorum:Yeterli Konut Hakkı: Zorla Tahliyeler
http://sorular.rightsagenda.org/Uploads/ROMAN%20MEV/ESKH%207%20No%E2%80%99lu%20Genel%20Yorum.pdf
UN-HABITAT AGFE Report to the Executive Director of the UN Habitat Programme. Mission to Istanbul,  8-11June 2009
http://www.unhabitat.org/downloads/docs/10008_1_593995.pdf

0 comments on “ZORLA TAHLİYELER: KENTE KARŞI İŞLENEN SUÇ MU, KENTLİNİN İHLAL EDİLEN İNSAN HAKLARI MI

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: