Hem Tarhan Erdem’in yazısında hem sizin yazınızda “ortaklık demokrasisi” diye tariflediğiniz sistem ya da anlayış benimsenirse “toplumsal barış anlaşması” hazırlanabilir deniyor. Dolayısıyla önümüzdeki asıl mesele toplumsal barışa olan ihtiyaç. Herkes toplumsal barış nasıl sağlanabilir diye konuşurken sizde o tartışmaya “ortaklık demokrasisi modeli” önerisi ile katıldınız. Öğrenmek istediğimiz iki şey var. Birincisi, bu ortaklık demokrasisi nedir, siz bunu nasıl algılıyorsunuz? İkincisi de, bu ortaklık demokrasi toplumsal barışın sağlanması meselesini nasıl etkileyecek?
Bu ortaklık demokrasisi özellikle bölünmüş toplumlar için ortaya atılmış bir model. Arend Lijphart’ın ortaya attığı bir model. Buradaki temel görüş o ki, ideolojik bakımdan bölünmüş toplumlarda -Türkiye’yi bunun içine gayet rahat sokabiliriz- parlamenter demokrasi, gerçekte bir çoğunluğun tahakkümüne yol açacaktır.
Bu çoğunluğun tahakkümü dediğimiz şey demokrasinin kurulmasından bu yana, her zaman ortada duran bir endişedir. Yani Amerikan Anayasası yapılırken de Madison ve arkadaşları bu konuda endişeliydi. Aynı endişeyi Alexis de Tocqueville’in kitaplarında da buluyorsunuz, “çoğunluğun tahakkümünü önlemek için ne yapalım?”
Demokrasi aslında uzlaşıya dayanan bir model. Fren mekanizmaları, iktidarın sınırlanması mekanizmaları var. Sayısal çoğunluk her zaman en doğruyu bilen demek değildir. Çoğunluğa sahip olan, ülkenin yönetimine sahip oluyor. Yani birinci problem buradan başlıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin felsefesinde, bir çoğunluğa sahip olmak aynı zamanda bu ülke için doğruları bilmektir zannediliyor. Bu böyle değil tabi. Halkın iradesine sahip olmak demek hele hiç değil. Adalet ve Kalkınma Partisi bir de bunu böyle kuruyor. Yani “çoğunluk oylarına sahip olmak, halkın iradesidir” diyor. Bu toplumun %50’si Adalet ve Kalkınma Partisine oy vermişse, %50’si de vermemiştir. Bu halkın iradesi değil, işte bu “bölünmüş toplum”dur.
Onun için bu çoğunluğu frenlemek için azınlığın hakları ortaya çıkarılıyor; temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, bunların hepsi çoğunluğu frenleyen şeyler. Fakat bölünmüş toplumlarda iş bir parça daha güç. Hele hele Adalet ve Kalkınma Partisi gibi böyle ideolojik bir bölünmeye yol açmış, toplumu belirli bir ideolojiye göre yeniden dönüştürme iddiası olan bir parti varsa eğer, o zaman ister istemez o ideolojinin içine girmeyen herkesi dışlamış oluyorsunuz. Yani ideolojik bir “çoğunluk toplumu”. Toplum mühendisliği iddiası olan ideolojik bir çoğunluk mutlaka kaçınılmaz bir şekilde bir dışlama süreci başlatıyor toplumun geri kalanına karşı.
Başbakan seçim sonrası ilk balkon konuşmalarında genelde “biz herkesi kucaklıyoruz” diyorsa da, bakıyorsunuz bu böyle değil. Bu lafta kalıyor. Niye lafta kalıyor? O ideolojinin tabiatı buna izin vermez. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi, toplumu dönüştürme işinden vazgeçmediği, belirli bir ideolojiye göre yeni bir toplum, yeni bir “Türkiye insanı” yaratma projesinden vazgeçmediği sürece bu dışlama olacaktır. Bu yüzden böyle bir toplumda çok kesin bir ideolojik bölünme var. İşte bölünmüş toplumlar dediğimiz şey bu.
Birbirleriyle ortak tarafı olmayan iki tane toplum var ortada. Kültürel bakımdan bir bölünme var, yaşam tarzı bakımından farklılıklar var. Yönetim zihniyeti, demokrasi anlayışı her bakımdan farklı iki tane toplum görüyorsunuz. Şimdi burada böyle bir toplumda demokrasiyi siz nasıl yöneteceksiniz? Demokrasiyi böyle bir toplumda parlamenter demokrasinin getirdiği çoğunluk esasına dayandırırsanız sadece, bu işte diktatörlüğe yol açıyor. Arend Lijphart’ın söylediği de bu.
Eğer, ben parlamenter sistemden vazgeçiyorum, başkanlık sistemine giriyorum derseniz o da anayasal bir diktatörlüğe yol açacaktır. Burada sistemden kaynaklanan değil yönetim zihniyetinden kaynaklanan bir problem var. O yüzden başkanlık sistemi bu derde deva değil tam tersine daha kötü yapacaktır. Böyle bir toplumda bölünmeleri ortadan kaldırıp bir uzlaşı sağlamak için başka türlü bir siyaset anlayışına ihtiyaç var. O başka türlü siyaset anlayışı, Arend Lijphart’ın “Consociational democracy” dediği “ortaklık demokrasisi”nde yatıyor.
Burada gerek devlet mekanizması gerek siyaset mekanizmasında birlikte hareket etmeyi, bir uzlaşma sağlamayı öngörüyor. Yani diyor ki, bütün partiler kendi milletvekilleri oranında yürütmeye iştirak etsin. Türkiye de nasıl uygulanabilir diye soruyorsanız, yürütmede bazı bakanlıklar onlara da verilebilir, bakan yardımcıları verilebilir. Yasama organında da aynı şey yapılabilir. Çünkü orada komisyonlar var. Komisyonlar çok önemli, çünkü yasama orada başlıyor; Adalet Komisyonu, Anayasa Komisyonu, Plan Bütçe Komisyonu vs. Bütün bunlarda başkan çoğunluk partisinden oluyor. Ama alt komisyon kuruyorsunuz, alt komisyon başkanını muhalefetten yapabilirsiniz mesela.
Bunlar bugünkü siyasi iktidara çok yabancı olan düşünceler. Bu yönde bir gelişme yok ama bu yönde bir gelişme olmadığı sürece iş diktatörlüğe doğru gidecektir. Yani Türkiye başka bir rejime doğru yürüyor. Demokrasi aslında tamamen göstermelik bir levhadan ibaret kalıyor.
Ortaklık demokrasisi modeli aynı zamanda yerel yönetimlere yetki verilmesini daha fazla özerklik verilmesini öngörüyor. Bir taraftan muhalefetin yönetime katkısını öbür taraftan yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasını beraber götürüyor.
Tabi bunu eleştirenler de var. Deniyor ki, muhalefet yönetime katılırsa muhalefet olmaktan çıkar. Ülkede muhalefet ortadan kalkar, muhalefeti kim yapacak o zaman? Bu bence yanlış bir eleştiri. Türkiye gibi bölünmüş ülkelerde muhalefet ve iktidar arasında bir diyalog kurulması ve o diyalog kurulumu sırasında muhalefetin kendi görüşlerini söylemesi bence çok daha etkili, çok daha yapıcı bir yöntem. Bugünkü yönetimle kıyaslayalım. Biz muhalefet olarak komisyona gidiyoruz karşı çıkıyoruz, sonra mecliste karşı çıkıyoruz, ondan sonra çoğunluk oylarıyla her şey geçiyor. Siz haklı olsanız bile etkiniz olmuyor.
Daha geçen gün, İnsan Hakları Kurulu geçti. Bugünkü yapısıyla İnsan Hakları Kurulu hükümete bağlı. Hükümete bağlı bir İnsan Hakları Kurulu olabilir mi? Yani insan hakları talepleri devlete karşı ileri sürülen talepler. Şimdi aynı şeyi Ombudsman için yaptılar.
Arend Lijphart’ın ortaklık demokrasisi modelini benimsersiniz. O zaman denilebilinir ki Ombudsman mecliste bütün partilerin uzlaşısı ile seçilsin. Anayasa Mahkemesi üyeleri, HSYK üyeleri iktidar ve muhalefetin anlaşması ile seçilebilen insanlar olsun ki, bunların tarafsızlığı garanti edilebilsin. İşte ortaklık demokrasisi böyle bir anlayış gerektiriyor.
Tabi bu anlayış Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’yi dönüştürmek projesinden vazgeçmesi anlamını taşır. Ama bu işi dayatarak, zorlayarak ben başka bir Türkiye yaratacağım başka bir cumhuriyet kuracağım diyerek bu iş yapılmaz ki. Çok tehlikeli bir şey bu yaptıkları. Türkiye’nin yarısını atacaksınız bir tarafa ve ben de Türkiye’nin diğer yarısıyla yepyeni başka bir Türkiye yaratacağım diyeceksiniz. Buna imkan yok, bunu imkansızlık olarak görmüyorlar.
Sizin bu çağrınız şu tespite dayanıyor; AKP’ de bir güç yoğunlaşması vardır, AKP bu gücünü paylaşmalıdır diyorsunuz. Tam da bu yeni anayasa sürecinde buna davet ediyorsunuz.
Yeni anayasa bu bakımdan çok önemli. Çünkü bu ortaklık demokrasi modelinin yapmaya çalıştığı şey toplumun hiçbir kesiminin dışlanmaması ve herkesin içerde olması. Yeni Anayasa işte böyle bir süreci başlatabilir. Yani kimsenin dışlanmayacağı herkesin içinde olacağı ve herkesin benim anayasam diyebileceği bir süreci başlatabilir. Ve Arend Lijphart’ın ortaklık demokrasisi anlayışına doğru bir adım olabilir. Bir toplumsal uzlaşı sağlanabilir burada.
Ortaklık demokrasisi modeli Cumhuriyet Halk Partisi içinde tartışılan bir model midir?
Hayır. Böyle bir tartışma olduğunu duymadım şimdiye kadar. Bizimle Adalet ve Kalkınma Partisi arasında işin doğasından kaynaklanan bir farklılık var. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi biraz öncede belirtmeye çalıştığım gibi bir toplum mühendisliği peşinde. Toplumu başka bir topluma dönüştürme peşinde.
Oysa bizim böyle bir toplumsal dönüştürme projemiz yok. Biz Türkiye’yi iyi yönetmek istiyoruz. Biz Türkiye demokratik, Türkiye Cumhuriyeti değerlerine bağlı, insan haklarına bağlı, özgürlükçü, modern, çoğunlukçu bir toplum olsun istiyoruz. Bizim bu iyi yönetim modelimiz dışlamayan bir model. Arend Lijphart’ın ortaklık demokrasisi modeli de zaten açık bir modeldir.
Lijphart’ın modeline eleştiriler de var.
İki temel eleştiri var. Bir tanesi muhalefet ortadan kalkacak, muhalefet olmazsa ne olacak deniliyor. İkincisi de karar alma mekanizması güçleşecek mi? Her konuda iktidarla muhalefetin anlaşması gerekecektir. Bu karar almayı çok zorlaştıracaktır. Koalisyon hükümetlerindeki karar alma mekanizması gibi olacaktır. Bu doğru tabi. Şimdi dayatarak her şeyi geçiriyorlar. Bu mu daha iyi yoksa zor ama uzlaşarak yasaların çıktığı bir düzen mi? Bence bu ikincisi daha iyi tabi.
0 comments on “RIZA TÜRMEN: AKP’NİN YAPTIĞI ÇOĞUNLUĞUN TAHAKKÜMÜDÜR”