Julio Cortazar’ın “Ele Geçirilen Ev” (Casa Tomada) adlı hikâyesi, yüzyılın ortalarında Buenos Aires yakınlarında büyük ve köhne bir evde geçer. Artık orta yaşlara gelmiş iki kardeş yaşadığı bu evde hayat huzurlu bir şekilde devam etmektedir.
Nişanlısını kaybettiği için sessizleşmiş ve içine kapanmış olan anlatıcı ile onun hiç evlenmemiş kız kardeşi, dışarıdaki dünyanın hoyratlığından kaçmış gibi görünürler. Ailelerinden kalan bu eski evde, gündelik rutinleri içinde yaşamaktadırlar.
Cortazar, onların bu sakin hayatını inandırıcı bir şekilde anlatır. Koltuğunda çayını yudumlayan ve pul koleksiyonunu gözden geçiren anlatıcı ile onun yanı başında ördüğü kazakları söküp söküp yeniden ören kardeşini hemen gözümüzün önüne getirebiliriz. Ancak bir müddet sonra, Cortazar öykülerinde genellikle olduğu gibi, hikayenin huzurlu atmosferi dağılır. Çünkü bir gün çay koymak için mutfağa giden anlatıcı, evin arka tarafından, kütüphaneden mi yoksa yemek odasından mı geldiğini seçemediği garip sesler duyar.
“Ses, sanki bir sandalyenin halıya devrilmesi ya da sesi kısılmış bir konuşmanın cızırtısı gibi boğuk ve belirsizdi. Aynı anda ya da bir saniye sonra, sesin bu iki odanın baktığı koridorun ucundan kapıya doğru yaklaştığını duydum. Çok geç olmadan kendimi kapının arkasına attım ve vücudumla destekleyerek bir itişte kapıyı kapattım. Neyse ki, anahtar bizim tarafımızdaydı ve daha fazla güvenlik için kapıda bir de sürgü vardı. Mutfağa gittim ve çayı ısıttım.”
Elinde çayla oturma odasına döndüğünde, “Arka tarafı ele geçirdiler,” diye fısıldar her zamanki gibi bir şeyler örmekte olan kardeşine. Irene bu habere şaşırmış görünmez: “O zaman bu tarafta yaşayacağız,” der ağabeyine.
Böylece evin ön kısmında yaşamaya başlarlar. Fakat bundan sonra öykünün yönü tamamen değişir. Kuşaklar boyu aynı ailenin yaşadığı bu gösterişli evin son sakinleri, gitgide kontrolü kaybeder. “Onlar” -yani ötekiler- evi yavaş yavaş ele geçirmektedir. Önce arka taraf, sonra mutfak, ardından yatak odaları. Birer birer bütün mekanları işgal eder ve kardeşleri oturma odasına sığınmaya mahkum ederler.
Öykünün sonunda, anlatıcı bize kendi yaşadıkları bölümün de ele geçirildiği söyler. “Onlar” bir anlık boşluklarından faydalanmış ve oturma odasını da alıvermişlerdir. Böylece, iki kardeş kendilerini sokakta bulurlar. Sahip oldukları her şey evde kalmıştır. Pul koleksiyonunu, örgü sepetini, Fransız edebiyatının nadide örneklerinden oluşan kitap koleksiyonunu, hepsini geride bırakmışlardır. Hiçbir şeyleri yoktur artık. En son sokakta birbirlerine yaslanmış ağlarken görürüz onları. İki öksüz çocuk gibi.
Geçenlerde bir arkadaşım, İstanbul’da hayatımızın bu Cortazar öyküsü tadında ilerlediğini söyledi. Neyi kastettiğini sormam gerekmedi. Uzun süredir ben de aynı şeyi düşünüyorum.
İstanbul’un yavaş yavaş parsellendiği, tanıdığımız bildiğimiz her sokağın değiştirilip dönüştürüldüğü, binaların ve kurumların sessizce ele geçirildiği bu kentte başka türlü hissetmemiz beklenebilir mi?
Hangi birinden bahsedeyim? Emek Sineması’ndan mı, Haydarpaşa ile ilgili planlardan mı, Radyo Evi’nin ele geçirilmesinden mi? Yoksa başta bölgede yaşayanlardan gelen tepkilere rağmen birkaç gün önce Taksim Projesi’ni gerçekleştirmek üzere Zambak Sokak’a sessizce vurulan kazmadan mı?
Sadece bu hafta içinde olanları yazsam bile galiba bu köşenin sınırlarını aşacağım. Ama, bardağı taşıran bir son damla var ki, onun sözünü etmeden bitirmek istemiyorum. Yakında Fatih Ormanı’nın tam ortasına 320.000 m2lik bir beton kütle yerleştirilecek. Bunun adı “Maslak 1453”. Bu projenin arkasında, her taşın altından çıkan Ağaoglu Holding var.
Proje gerçekleşirse, bu kentin dokusundan, kültüründen, yeşil alanlarından bir köşeyi daha kaybetmiş olacağız. İçinde yaşadığımız şehir yaşlı bir şehirdir. Onun küstahça talan edilmesine göz yummuş olacağız.
Cortazar, hikâyesini kurarken “onlar”ın kimliğine dair bir şey söylemez bize. Ama İstanbul’dakilere dair bir fikrimiz var. Şehrimizi TOKİ’lerle, çirkin sitelerle, alışveriş merkezleriyle dolduranların kim olduğunu biliyoruz. “Kentsel Dönüşüm” adı altında semtleri mütenalaştırıp insanları evlerinden eden, tarihsel dokusuyla dünyanın en önemli kentlerinden biri olan İstanbul’un silüetini gökdelenlerle kirleten, devlete ait her eski binayı lüks otel haline getirmeye çalışan bu zihniyeti tanıyoruz.
“Onlar” şehrimizi yavaş yavaş ele geçiriyorlar. Aynı hikâyedeki gibi. Arka tarafı çoktan aldılar. Yakında mutfağa dalacaklar. Oturma odasına girmeleri ise an meselesi.
Kabusumuz gerçek oluyor. Bilmem farkında mısınız?
0 comments on “ELE GEÇİRİLEN ŞEHİR”