10-POPÜLİST SİYASET POLİTİKA

MUHAFAZAKAR POPÜLİZMDEN ERDOĞANİST İSLAMCI POPÜLİZME

AKP kuruluşundan bu yana kendisini Demokrat Parti (DP)-ANAP çizgisinin bir devamı olarak tarif ederek, Menderes-Özal ve Erdoğan üçlüsünün ortak bir misyonun liderleri olduğu vurgusunu öne çıkarmıştır. Bu sadece merkez sağ gelenekten meşruiyet türetme arayışı olarak anlaşılmamalıdır. Söz konusu akrabalık iddiası, 1950’lerden itibaren şekillenen muhafazakar popülist söylemi sahiplenerek yeni içerikler kazandırmak gibi bir imkan da sunmaktadır. Burada merkez sağın önemli lideri Demirel’in liste dışı bırakılması anlamlıdır. Özal’a sorulan “Menderes’in mi; Demirel’in mi devamısınız?” sorusuna “Menderes’in” yanıtını vermesi, bu dışlamanın 1980’lerin sonundan itibaren anlam kazandığını gösteriyor. Muhafazakar popülizm, “sessiz muhafazakar millet çoğunluğu ve onun hakiki evlatlarıyla” onların karşısında konumlanan “aktif batıcı azınlık” ikiliği üzerine bina edilmiştir. Bu ikilik dönem dönem yeni içerikler kazanarak ciddi bir süreklilik gösterir. 1970’lerde “Millet’in hakiki evladı olan nur yüzlü çoban Sülü,” 1990’ların ikinci yarısında “öteki” tarafa ötelenmiştir.

Muhafazakar popülizm, 1950’lerde CHP’den kopan bir grubun DP’yi kurmasıyla belirginleşmeye başladı. DP’yi kuranların Kemalistlerle kültürel benzerlikleri açıktı. Kemalizmin radikal kültürcü modernleşme projesini direkt karşılarına almaları zaten mümkün olamazdı. Bunun yerine modernleşmeyi kalkınmacılık olarak somutlayarak, “sessiz muhafazakar Millet’in” kendi kimliğini muhafaza ederek kalkınmanın nimetlerinden istifade etmesi üzerine bir söylem inşa ettiler. Bu söylem, DP ve daha sonra da AP seçkinlerinin kendilerini “Millet’in hakiki evlatları” olarak meşrulaştırabilmelerini mümkün kılıyordu. Buradaki otantik temsil iddiası, yani Millet’in organik sözcüleri olarak onu temsil etme talebi, özünde elitist bir iddiadır ve bu niteliğiyle popülizmin yaygın kabul gören tanımıyla çelişmez.

Bu noktada popülizmi Ernest Laclau’nun tanımına paralel olarak kullandığımı vurgulamalıyım: “Popülizm “halk” ve “iktidar bloku” arasında çatışmacı bir ilişki öngören bir hegemonya stratejisidir. Halkın harekete geçirilmesi için, kültürel değerlerine, sembollerine ve iktisadi taleplerine vurgu yapılır. Harekete geçme çağrısı, genellikle iktidar bloğunun bir parçası olan; ama kendilerini dışlanmış hisseden bir hizip tarafından yapılır.” Bu tanımdan yola çıkıldığında, Dörtlü Takrir’i veren isimlerin iktidar blokunun bir parçası oldukları; ama hem dışlanmış hissetmeleri hem de siyasal bir fırsat algılamaları nedeniyle DP’yi kurdukları söylenebilir. Bundan sonra sandık, seçmenlerin de hikayenin bir parçası kılınmasını zaruri kılmıştır. Popülizmin, kitlelerin değişen nedenlerle edilgen, örgütsüz kaldıkları bağlamlarda daha görünür olması da anlaşılırdır.
Milletin büyük çoğunluğunun kırsal alanda yaşadığı bir Türkiye’de muhafazakar popülizm, sert ve çatışmacı bir boyut kazanmadan da iş görebilir. 1970’ler, kentlileşen, eğitimli kesimlerin ve örgütlü işçi sınıfının siyasal etkinliğinin arttığı bir Türkiye yarattığı için, muhafazakar popülizm kendisini yeniden üretmekte zorlandı. Bu dönemde Ecevit’in Demokratik Sol Popülizmi de önemli bir rakip olarak öne çıkmaktaydı. Ecevit, merkez sağın muhafazakar popülizmini Osmanlı tarihini de yeni bir yoruma tabi tutarak aşmaya çalıştı. Bunu yaparken de yeni bir karşıtlık inşa etmesi kaçınılmazdı: bürokratik seçkinler ve onların organik aydınları ve halk veya üretken halk çoğunluğuyla bu emeği sömüren seçkinler karşıtlığı. Ecevit, merkez sağın “yabancılaşmış aydınlar” tezini benimsemekle beraber, halkı muhafazakar veya İslami değerler üzerinden tanımlamaktan kaçındı. Buna göre halk, seçkinlerin iddia ettikleri gibi gerici veya gelenekçi değildi. Eşit ve adil ilkeler üzerinden gerçekleşecek bir ilerleme ve modernleşme fikrine açıktı.

Ecevit’in sol popülist çizgisini sürükleyenler de Cumhuriyet’in Kurucu Seçkinlerinin çocuklarıydılar. Bu yönleriyle onlar da iktidar blokunun bir hizbi olarak popülist bir hegemonya stratejisine başvuruyorlardı. Popülizmin bir seçkin veya karşı seçkin stratejisi olması niteliği, “Biz” ve “Onlar” ayrımını net biçimde tanımlamaktan ziyade muğlak olarak resmetme eğiliminde ortaya çıkar. “Onların” net biçimde tanımlanması, özünde bir seçkin grubunun iktidar stratejisi olan arayışı, olması gerekenden çok daha fazla çatışmacı bir boyuta taşır. Çatışmacılık, temsil edilenlerin politikleşmelerine ve siyasal aktör olarak öne çıkmalarına yol açar. Bu durumda popülist liderler ya bu çatışmacılığa ayak uydururlar; ya da bu sel tarafından süpürülürler. Millet veya Halk’ın daha otantik temsilcileri ortaya çıkar.

1970’lere gelindiğinde, hem merkez sağın muhafazakar popülizminin hem de Ecevit’in demokratik sol popülizminin kendi sağ veya sollarındaki rakipleri tarafından radikalleşmeye zorlandıklarını söyleyebiliriz. Muhafazakar popülizm, Milliyetçi ve İslamcı hareketler tarafından kuşatılmıştır. Hem milliyetçiler hem de İslamcılar, kültür alanını sorunsallaştırarak merkez sağın kalkınmacı modernleşme anlayışını baskı altına aldılar. Merkez sağın kalkınmacılık etrafında kurduğu gevşek koalisyonu, kültürel meselelerin ötelenmesini gerektiriyordu. Bir Alevi veya Kürt de merkez sağ koalisyonda yer alabilirdi. “Biz” ve “Onlar” kültürel terimlerle ve net resmedilmediğinde böylesi yan yana gelişler mümkün olabiliyordu. Oysa İslamcı ve Milliyetçi rakipler, Millet’in ya Sünnilik ya da Türklük üzerinden net biçimde tanımlanmasını dayatarak muhafazakar popülizmi zora soktular.

Kısaca ifade edersek, Soğuk Savaş’ta kentleşme, Sol Popülist, Milliyetçi ve İslamcı meydan okumalar muhafazakar popülizmi giderek tarih dışına iterken, 12 Eylül Darbesi bir hayat öpücüğü işlevi gördü. Özal, hiç beklenmedik biçimde muhafazakar popülist bakiyeyi kentlileştirme başarısı gösterdi. Özal’ın yeni “Biz” ve “Onlar” inşası, Gramsci’nin İki Ulus yaklaşımıyla tarif edilebilir. Özal, Türk Sağı’nın somut “İki Ulus” projesini yaşama geçiren liderdir. Artık, herkesi “Tren’de tutma” imkanının kalmadığı bir zamanda, Tren’den atılanları belirleyen ve bu yönde harekete geçen bir kararlılığı simgeler. Ama Tren’den atılmaları muhtemel kesimlerde bile, Birinci Ulus’un bir parçası olabilme ümitvarlığını yaratabilmiştir; en azından 1990’lara kadar. Bunu yapabilmesinde iki önemli unsurun yararını gördü: Birincisi, piyasanın serpilmesiyle doğan dinamizmin pek çok kimsede yarattığı iyimser beklentiler. Bu beklentiler, orta sınıflar kadar yoksulları da cezbedebiliyordu. İkincisi de Müslümanların kültürel mağduriyet hissiyatını, iktisadi-politik yükselme özlemleriyle birleştirebilmesiydi. Bir yandan, orta sınıflara en dinamik ve geleceği parlak kesimler olduklarına dair özgüven aşılarken; diğer yandan piyasa dinamizminin toz dumanı içinde daha yoksul kesimlere yönelik; orta sınıfa tutunma imkanlarının arttığına dair bir ikna başarısı da gösterebildi. 

Birinci Ulus, meşruluğunu İkinci Ulus’un sürekli olumsuzlanmasından türetiyordu.  İkinci Ulus, son derece amorf bir yapı olarak, tam bir kesinliğe sahip olmaksızın tanımlanmaktaydı. Buna göre, “Asrın icaplarını” kavrayamayan solcular, onların etki alanında kaldıkları sürece kent ve köy yoksulları, sendikalar, Aleviler ve Kürtler “İkinci Ulusa” ötelendiler. Özal’ın bir başka ikna başarısı da, Birinci Ulustakilerin refah ve güvenliklerinin karşısına bir tehdit unsuru olarak İkinci Ulusu koyabilmesinde aranmalıdır. Böylelikle, Birinci Ulusun huzuru adına ve onayıyla, başarıyla ötekileştirilmiş ve kriminalize edilmiş olan İkinci Ulus “sopalanabilirdi.” Bu kesime yönelik şiddeti kimi zaman alkışlayabilen “Ortadirek” Özal’ın eseridir. Böylece kaynaşmış bir kitle olma iddiasının yerini, içerme ve dışlama mekanizmasıyla belirlenen bir bölünme almaktaydı.

Böylesi bir yapı içerisinde, her kesimi eşdeğer yapmaya ısrarlı vurguda bulunan bir vatandaşlık anlayışından ziyade, “yandaş” görülenler ve görülmeyenler ayrımına dayalı bir iktidar tekniği devreye giriyordu. Yandaş, “makbul vatandaş” olarak iktisadi, kültürel ve politik sermayenin dağılımında hep kayırılıyor, böylece Neo-Liberal devlet, herkese kaynak dağıtma yükümlülüğünden, ciddi bir yandaş kesimini kayırma ve rızasını alma hamlesiyle sıyrılmış oluyordu.

Bugün AKP lideri Erdoğan’ın yeniden içeriklendirerek sürüklediği popülizmi anlayabilmek için özellikle Özal’ın bakiyesini anımsamak zorunludur. Erdoğan’ın hem Erbakan hem de Özal’ın paltosundan çıktığını söyleyebiliriz. Özal’ın “Biz”i, sınıfsal vurgusuyla kültürel olanı ikincilleştirme potansiyeli barındırmaktaydı. Yeni Sağ değerleri, neo-liberal zihniyeti paylaşanlar, Özal’ın “Biz” kurgusunda yer bulabilirlerdi. Öte yandan Özal, izlediği politikalarla Müslüman kimlikleri belirgin kesimlerin iktisadi, siyasi ve kültürel merkeze doğru hareketlenmelerini de hızlandırmıştı. Özal kültürcü bir karşıtlık inşa etmese bile önünü açtığı süreçler, kimlik üzerinden kültürel mücadelenin yoğunlaşmasına katkıda bulundu. Özal merkez sağın muhafazakar popülist geleneğini kentlileştirmekle kalmadı, İkinci Ulusa ötelenenlerin oldukça kabarık bir liste oluşturduğu bir dışlama anlayışı kurdu. Kültürel dışlayıcılık ikincil planda kalsa bile sınıfsal açıdan dışlananlar, ilk kez bu kadar kabarık bir liste oluşturuyorlardı. AKP, Özal’ın bu mirası üzerinden kendi popülizmini var edecekti.

Özal, merkez sağ geleneği takip ederek, ANAP’ta Milliyetçi, İslamcı (Mukaddesatçı) ve Batıcı-laik kanatlar arasında bir denge yaratmıştı. Parti tabanında çoğunluk İslamcı ve Milliyetçi kanatlarda olsa da, Bakanlar Kurulu ve Parti Yönetimi’nde Batıcı-laik kanadı kayırma geleneğini sürdürdü. Ne var ki toplum sosyolojisindeki dip dalgalar, kentlerde etkinlik ve görünürlükleri artan Mütedeyyin kesimler lehine bir gelişim yaratmaktaydı. Yine de Özal’ın muhafazakar popülizminde, hem batıcı-laik hem de mütedeyyin kesimler bir arada yer alabiliyorlardı.

Özal, harekete geçirdiği Muhafazakar/İslamcı karşı seçkinler nedeniyle devlet içinde ve merkez sağ partilerde ciddi bir seçkinler arası çatışmanın da ateşleyicisi oldu. ANAP’ta liderliği alan Mesut Yılmaz ve DYP lideri Tansu Çiller, giderek güçlenen Muhafazakar/İslamcı kesimlerden ürkerek partilerinin Batıcı-laik ve Milliyetçi kanatlarıyla ittifak kurmayı tercih ettiler. Merkez sağın geniş ve esnek koalisyon geleneğinin terk edilmesi ve Muhafazakar/İslamcı kanadın merkez sağ partilerden tasfiye edilmeleri büyük bir tarihi hata oldu ve merkez sağın tarihsel tükenişini hızlandırdı. Kırdan kentlerin çeperlerine yerleşen kitlelerin kendi siyasal liderlerini üretme süreçleri, merkez sağdan dışlanmalarıyla yeni bir boyut kazandı. Merkez sağdan dışlanma ve merkez solun içerisinde bocaladığı kriz, siyasal İslamcı hareket ve partilerin önlerini açtı.

AKP’nin 1950’lerde şekillenen merkez sağ muhafazakar popülizme göndermede bulunması, merkez sağın mirasına ortak olması, siyasal açıdan doğru bir taktikti. Buna rağmen çok ciddi farklılıklar da söz konusuydu: AKP, ANAP’tan gelen ve devletçi gelenekleriyle bilinen isimlerin önemli ağırlıklarına rağmen Milli Görüş’ün İslamcı kadrolarınca oluşturulmuştu. Çevreden gelen, çok daha dindar AKP’lilerin ve Erdoğan’ın, “Millet’in hakiki evlatları” olma üzerine bina edilen otantik temsil iddiaları çok daha güçlüydü. Özal Menderes’e göre daha dindar; ama muhafazakar bir kimliğe sahipken, Erdoğan ve Gül gibi isimler Özal’a göre daha dindar ve İslamcı bir duruşa sahiplerdi. Yine “sessiz Muhafazakar Millet” ve “aktif, gayrı-milli batıcı azınlık” üzerine kurulan karşıtlıkta “Biz”in tanımında din çok daha ağırlıklı hale geldi. AKP’nin zaman ve zemine göre, “sessiz Müslüman Millet” vurgusunu daha öne çıkardığına şahit olunacaktı. Yine de AKP ilk yıllarında merkez sağın geleneksel karşıtlığına daha fazla vurgu yaptı ve “Biz” ve “Onlar”ın net biçimde tanımlanmasına yol açabilecek bir çatışmacılıktan uzak durdu.

Buna rağmen Erdoğan’ın popülist hattı, kültürel meselelerin ikincilleştirilmesine dayalı merkez sağ gelenekten çok farklıydı. Bu nokta Özal’dan da farklı olunan yerdir. Siyasal, kültürel ve iktisadi mücadelelerin kimlik mücadeleleriyle iç içe geçtiği bir dönemde, merkez sağın kültürü ikincilleştiren geleneğini var etmek zaten mümkün değildi. Özellikle Yargı ve Ordu’daki Kemalistlerin de kültürcü modernleşme /batılılaşma geleneğine daha fazla sahip çıkmalarıyla beraber, AKP’nin kültürü politikleştiren popülizmi de zemin kazandı. 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri ve Ergenekon Davası’nın başladığı süreçle beraber, Erdoğan’ın Millet vurgusu, giderek daha fazla İslami bir içerik kazanmaya başladı. Daha önceki muğlaklık, giderek yerini “Biz” ve “Onlar”ın net biçimde tanımlandığı sert bir kültürel kutuplaşmaya bıraktı. AKP elitleri, Osmanlı İmparatorluğu’yla kurdukları bir süreklilik üzerinden Milleti, İslami bir içerikle tanımlamaya hız verdiler. Buna göre Osmanlı, Müslüman Millet’in liderliğinde büyük bir devletti. Cumhuriyet, Müslüman kimliğini dışlayarak bu tarihsellik içinde gayrı-milli bir parantez açtı. AKP’yle beraber sadece Müslüman Millet yeniden hak ettiği konuma yükselmedi; küresel bir güç olmanın gereği olan kimlik de yeniden devreye sokuldu.

Burada özetlenen duruşun dinsel milliyetçilik olarak tanımlanabileceği ve AKP popülizminin önemli bir bileşeni olduğu vurgulanmalıdır. Bu milliyetçilik, Osmanlı’yla süreklilik üzerinden Kürtlere de bir yer açması bakımından Milliyetçi Muhafazakar Türk-İslam sentezi geleneğinden farklılaştır. Kürtler, Osmanlı’dan günümüze olan bir süreklilik içinde İslam kimliklerini sahiplendikleri sürece Millet’in bir parçasıdırlar. Seküler ideolojilere sahip Kürtler ise Ötekiler hattına ötelenirler.
Erdoğan’ın popülist duruşunda yeni olan bir başka unsur daha söz konusudur: Sözgelimi DYP lideri Tansu Çiller, “Bürokratik Oligarşiyi” eleştirdiğinde direkt Kemalistleri kastetmiyordu. AKP lideri bu ifadeyi kullandığında hedef alınanların Kemalist vesayetçiler olduğunu herkes anlıyordu. AKP 2009’a kadar “Bürokratik Oligarşiyi” karşısına alırken, Batıcı-Laik iş çevrelerini hedef almama anlamındaki merkez sağ geleneğe sahip çıktı. Kemalist Müesses Nizam sanki sadece bürokratik katmanlardan oluşuyor gibi yaparak bunun sermaye ayağını karşısına almamak eski bir merkez sağ gelenektir. Fakat özellikle 2010 Halkoyu sürecinden sonra AKP’nin TÜSİAD benzeri gurupları daha açık biçimde karşısına aldığı görülmeye başlandı.

Erdoğan’ın Özal’da gördüğümüz kabarık İkinci Ulusu andırır biçimde “sessiz Müslüman Millet’in” karşısına ötelediği liste giderek kabarıklaştı. Aleviler, seküler Kürt hareketi, sol çevreler derken bu liste bir bütün olarak seküler-batıcı-modernist kesimleri içermeye başladı. AKP bununla da yetinmedi ve ilk kez İslamcı çevrelerin de milli ve gayrı-milli diyerek yeniden sınıflandırıldıkları bir durum ortaya çıktı. Gülen Cemaati, Ötekiler listesine ötelendi. Buraya kadar anlatılanlar, çatışmacı bir popülizmle karşı karşıya olduğumuzu ve merkez sağın “Ötekiler”i muğlak bırakma geleneğinin sona erdiğini açıkça göstermektedir. Karşıtlık kültür üzerinden ve daha da önemlisi dini aidiyet üzerinden kurulmaktadır. Tüm bunlara Erdoğan’ın Milli Görüş geleneğinden devraldığı tek adam karizmasına dayalı liderlik tarzı da, eklendiğinde, söz konusu farklılıkları da içerebilecek yeni bir kavramsallaştırma olarak, “Erdoğanist-İslamcı popülizm” önerisinde bulunabiliriz…

0 comments on “MUHAFAZAKAR POPÜLİZMDEN ERDOĞANİST İSLAMCI POPÜLİZME

Bir Cevap Yazın