İçinden geçtiğimiz dönemde demokrasi tartışmaları önemli bir politik mücadele hattı oluşturmaktadır. Devletin topluma müdahalesi bu demokrasi tartışmalarının merkezine oturtulmuş durumdadır. Kim devletin, iktisadi işleyişe yada toplumun ideolojik politik şekillenmesine müdahalesini savunuyorsa, o totaliterlikle suçlanmaktadır. Mevcut tartışmaları daha somut ve anlaşılır bir zemine oturtmak için doğru soruları sormamız ve doğru cevapları vermemiz gerekmektedir. Aksi halde demokrasi tartışmaları, aralarında sahici nedensellik ilişkilerinin kurulamadığı kavramların çatıştırıldığı içeriksiz bir totolojiye (kısır döngüye) dönüşebilmektedir.
Demokrasi tartışmalarının kilit noktasına oturan toplum ve devlet ilişkisidir. Devlet hangi alanlara müdahale etmeyecektir? Bu müdahaleler kimlerin çıkarına uygun düşmektedir? Devlet müdahale etmediği zaman toplumda demokrasi gelişecek midir?
Müdahalenin iki boyutunu ayrı ayrı ele alabiliriz. Devletin iktisadi işleyişe müdahalesi ve devletin toplumun ideolojik politik yapılanmasına müdahalesi. Aslında işin özü iktisadi müdahale noktasında düğümlenmektedir. Yani asıl neden iktisadi müdahalenin ortadan kaldırılmasıdır. Bunu besleyen ideolojik hegemonya devletin toplumun ideolojisine müdahalesine karşı çıkılması noktasında yükseltilmiştir. Demokrasi ve özgürlük çığlıkları da bu noktada atılmaktadır. “Devlet topluma müdahale etmesin. Toplum özgürce yaşasın, kendi seçimlerini yapsın”. Kulağa çok hoş gelen bu söylemler, bir o kadar tuzaklarla dolu söylemlerdir.
İlkin bu özgürlük söylemlerinin gerisindeki asıl niyetin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Yani iktisadi boyutu açığa çıkarılmalıdır. Devletin iktisadi işleyişe müdahalesini savunanların hangi gerekçelerle bunu talep ettiklerinin açıklık kazanması gerekmektedir. Devletin iktisadi işleyişe müdahalesi noktasında birbirinden ayrılan üç ana akım mevcuttur: Devletin iktisadi işleyişe müdahale etmediği liberal düzen. Devletin iktisadi işleyişe kapitalizmin sınırları içerisinde müdahale ettiği Keynesci düzen. Devletin iktisadi işleyişe ve paylaşıma geniş biçimde müdahale ettiği sosyalist düzen. Bu üç ayrı düzen de dünyanın belirli tarihsel dönemlerinde belirli coğrafyalarında hayata geçmiştir. Kapitalist ekonomiler 1944’e kadar liberal iktisadi düzen, 1944-1971 arasında Keynesci dönem, 1971 sonrasında ise yeniden liberal dönemi yaşamışlardır. 1917 Ekim Devrimi ile de sosyalist deneyimler yaşanmaya başlanmıştır.
Sosyalist ülkelerdeki uygulamalarda devlet hem üretim araçlarının mülkiyeti hem de piyasa mekanizmaları üzerinde denetimi oluşturmuştur. Toplumun ideolojik politik yapılanması üzerinde de hakimiyet oluşturmaya çalışılmıştır. Bu toplumsal deneyimlerin demokrasinin temel kavramları ile ne düzeyde bağdaştığına dair çok çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Devlet müdahalesinin olmaması ile demokrasiyi özleştiren bir ideolojik sapmanın karşıt bir ucu da devlet müdahalesini belirleyici konuma sokan anlayıştır. Kabaca toplum mühendisliği / devletin mutlaklaştırılması olarak tanımlanabilir. Diğer ucu oluşturan bu bakış açısı, devlet eliyle yukarıdan aşağıya toplumsal yapının dönüştürülebileceğini ileri sürer. Sovyet deneyimi bu tarz bir devlet algısının somut bir göstergesidir. Devletin kendisinin bağımsız bir araç olduğu ve ele geçirenlerin niteliğine göre farklılaşabileceği düşünülmüştür. Ancak devlet toplumları biçimlendirmek için kullanılabilecek bağımsız, toplumun dışında bir erk değildir. Gramsci’ye göre törelerin dönüşümü, ilkin homo economicus’un gereksinme ve davranışlılarının bir dönüşümüdür. Toplumsal ilişkileri, değer yargılarını ve davranış biçimlerini devletin zorlayıcı gücüyle temelden değiştirmek mümkün olmamaktadır. Proletaryanın diktatoryası, pratikte bütün toplumun üzerindeki diktatoryaya dönüşmüştür. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Başka bir toplum, özgür ve dayanışmacı bir toplum zor ve baskı ile yukarıdan aşağıya yaratılamaz.
Bugün post-modernizm olarak tanımladığımız paradigmanın temel kavramları da bu sosyalist deneyimlerin eleştirisi üzerinden yükselmiştir diyebiliriz. Yani eşitliğin demokrasi ile ilişkisi yeniden kurgulanmaya çalışılmıştır. Eşitlik gerçekleştiğinde doğrudan demokratik yapılanmalara ulaşılmadığı gözlenmiştir. Devletin yeniden paylaştıran müdahaleci girişimlerinin, toplumlara otomatikman demokrasi getirmediği tartışılmıştır. Buradan ise devletin topluma müdahalesi noktasında tam anlamıyla diğer bir uca savrulan post-modern teorisyenler ortaya çıkmıştır.
Keynesci dönem ise belki de demokratik kurumlar anlamında insanların geliştirdiği en özgün yapılanmaların ortaya çıktığı dönemdir. Devlet ve toplum arasındaki uyuma dair yani ne kadar devlet ne kadar toplum dediğinizde bunun ayarının tutturulması noktasında örnek alınabilecek pratiklerin geliştiği bir dönemdir. Tam istihdamın birçok merkez ülkede gerçekleştiği, herkesin parasız nitelikli eşit eğitim ve sağlık hizmetine kavuştuğu, her şeyden önemlisi güvenceli bir işe kavuştuğu bir dönem yaşanmıştır. İşçiler sendikalarda örgütlenmişler , grevli toplu sözleşmeli sendikal haklar gelişmiş, sendikalar ile organik ilişkide olan sosyal demokrat partiler parlamentoda egemen olmuşlardır. Devlet sınıflar arasında bir konsensüse yol açabilecek dengeleyici kurumlar oluşturmuştur. Bunun yapılabilmesinin ön koşulu Bretton Woods Anlaşması ile 1944’de finans sermayesinin birikim mekanizmalarına sınırlama getirilmesi olmuştur. Böylece sermaye akımları reel sektöre kaydırılabilmiştir. Reel sektör yatırımlarının gelişmesi ile oluşan arzı dengeleyecek bir talebin yaratılabilmesi için gene devlet müdahalesi ile ücretler yükseltilmiş, güvenceli çalışma koşulları ve sendikal haklar geliştirilmiştir. Yani devlet iktisadi işleyişe iki temel alanda müdahale etmiştir. Talep yaratıcı politikalar ve finans sermayenin gelişimine sınırlama getirilmesi. Böylece arz ve talep dengesi kurulurken, hem ücretler artmış hem de kar oranları sabit kalabilmiştir.
Keynesci dönem 1944’de ABD tarafından tüm dünyaya önerilmiş bir iktisadi modeldir. 1944’de sanayi devi bir ABD sanayinin birikimini temel alan bir iktisadi modelin arkasında durmuştur. 1971’de ise ABD sanayide rekabet gücünü yitirmiş ve tam da bu nedenle (Keynes’in tüm karşı çıkışlarına rağmen kendi rezerv parasına bağımlı kıldığı) parasal sistemi de krize sokmuştur. ABD’nin çıkarları finans sermayenin özgürce birikebileceği liberal iktisat ile uyum içerisinde olduğu için tüm dünya kapitalizmin bu en vahşi ve ilkel modeli ile tekrar yüz yüze getirilmiştir. Devletin topluma müdahalesi tartışmalarının arka perdesinde işte bu iktisadi çıkarlar yatmaktadır. Akademiden Keynesci iktisadı temizleyen müdahale de, devletin müdahalesinden, eşitlikten bahseden herkesi totaliter ilan eden ideolojik hegemonya da bu iktisadi çıkarları egemen kılmak üzere gerçekleştirilmiştir.
Liberal iktisatta devlet veya uluslararası kurumlar iktisada müdahale etmezler. Yani hem finans sermayesi hem de sanayi sermayesinin birikim olanakları serbest piyasa düzeninde belirlenir. Bu durumda ise finans sermayesi diğer tüm toplum kesimlerinin ve diğer tüm sermaye birikim süreçlerinin aleyhine tek başına muazzam bir birikim olanağı elde eder. Aslında finans sermayenin sınırsız büyümesi durumunda, üretim alanında faaliyet gösteren kesimler, bu ister meta ister hizmet sektörü olsun yeterli birikim olanaklarına sahip olamazlar. Üreticiler, işçiler, emekçiler ise dünya çapında dibe doğru bir yarışın esiri olurlar. İşsizlik bu iktisadi işleyişin yapısal özelliği olur. Dünyada emek gücü fiyatlarını en kötüde en dipte eşitlemeye çalışan bir iktisadi düzendir liberal iktisadi düzen. En ucuza doğru, en kötü sosyal ve ekolojik koşullara doğru eşitleyen bir düzen. Dibe doğru bastıran bir düzen. Onun için büyüyen ülkelerde dahi emek gücünün fiyatı yükselmez, onun için büyümeye rağmen gelir dağılımı bozulur, onun için büyümeye rağmen işsizlik artmaya devam eder. Liberal iktisat, işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk içerisinde geniş kitleler yaratır. Tek tek bireylerin kendini geliştirme ve sonrasında gerçekleştirme kanallarını tıkar. Yani tek tek bireyler, eşit nitelikli eğitim alamazlar istedikleri alanda uzmanlaşamazlar, asıl önemlisi de, bu uzmanlıklarına uygun güvenceli, insanca ücret aldıkları onurlu işlerde onurları ile çalışma olanağına kavuşamazlar. Yani insanların kendilerini geliştirebilecekleri, kendilerine güvenecekleri, kendilerini değerli hissedebilecekleri temel süreçler den geniş kitleler mahrum bırakılmışlardır. Bu toplumda sınıflar arası çelişkinin yoğunlaşmasını doğurur. Gelir dağılımı eşitsizliğini arttırır. En önemli tahribatlardan biri de cinsiyetler arası eşitlik alanında yaşanır. Kadın ve erkekler arasındaki eşitsizlik artar. Emek piyasasında erkek işçilerin iş bulmakta zorlandıkları bir piyasada kadınlar eve mahkum olurlar. Ya da erkek işçilerden daha az ücretle en ucuz emek istihdamının olduğu alanlarda güvencesiz ve kötü koşullarda çalışırlar. Türkiye’de bir taşla iki kuş vurulmuştur. Kadınlar geleneksel söylemle eve tıkılırken, işsizlik rakamlarının düşük seviyelerde çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Nasıl olsa çalışmak istemiyor o halde işsiz sayılmaz denmiştir. Kadının köleliğinin, bağımlılığının yeniden üretilmesi gerçekleştirilmiştir. Kendi özgün yeteneklerini geliştiren, bunları topluma onurlu biçimde sunulabilen kendine güvenen ve değer veren kadınlar üretmeyen bir toplumsal işleyiş yaratılmıştır. Kadınlar üzerindeki baskılar artmıştır. Bu da muhafazakar söylemler ile beslenmiştir. Devlet iktisadi işleyişe müdahale etmediğinde özgürlük ve demokrasinin gelişeceği bir toplumsal doku yerine bunun tam tersi yaratılmıştır. Siyasi iktisadi patronaj ilişkilerinden beslenen bu ideolojik zemin bilgisizlik, ilgisizlik, korku, şiddet, itaat, bağımlılık, çaresizlik ve yoksunluk üretmektedir. Toplumsal dokuda yaratılan iktisadi tahribat ve üstüne eklemlenen ideolojik doku, tam bir çözülmeye işaret etmektedir
Bugün reel sektörün yaklaşık 50 katı bir birikime sahip finans sektörü, dünyadaki ideolojik hegemonyasını devletin topluma müdahalesini eleştiren düşünürler eliyle yürütmektedir. Bu ideolojik yapılanmanın genel adı post-modernizmdir. “Daha az devlet, daha çok toplum” şiarları finans kapitalin vahşi kapitalizmini örtmeye çalışan demokrasi çığlıklarının temel sloganıdır. Bu hegemonyanın mimarlarından Hayek görüşlerini şöyle ifade etmektedir:
“Bütün kolektivizm şekillerinin, liberalizm ile ferdiyetçilikten ayrıldıkları nokta şudur: Bunların hepsi cemiyeti topyekun ve bütün kaynaklarıyla tek bir gaye uğrunda teşkilatlandırmak isterler ve ferdi gayelerin tamamıyla hükümran olduğu serbest sahaların mevcudiyetini kabul etmezler. Kısaca, nazariyat sahasında kolektivizm denilen şeyin beklenmedik, fakat tabii ve zaruri tezahürlerini ifade etmek üzere kullandığımız şu yeni kelimenin hakiki manasıyla, bütün kolektivist sistemler “totaliter”dir.” (Hayek 2004: 96).
Evet, Hayek’in kolektivist sistem dediği sistemlerin ortak özelliği, yeniden dağıtımı ve düzenlemeyi öngörmeleridir. Yani bütünün hayrına, toplumun belirli bir çıkar grubunun çıkarına sınırlama getirirler. Örneğin Keynesci iktisadi modelde modern tefecilerin toplumun tüm diğer iktisadi aktörleri aleyhine süreci tıkamasına izin verilmemesi, Hayek’e göre totalitarizmdir.
Bu bakış açısı toplumların ideolojik politik biçimlenmesi ile iktisadi işleyişin doğurduğu sonuçlar arasında bir ilişki kurmamayı seçen eklektik bir bakış açısıdır. Liberal iktisadın yoksullaştırdığı, işsiz bıraktığı geniş kitleler, demokrasinin öznelerinin sahip olması gereken vazgeçilmez asgari şartlara ne yazık ki sahip olamazlar. Bu da içeriksiz bir demokrasinin oluşturulması anlamına gelir.
Buna göre, iktisatta görünmez bir elin sistemi kendiliğinden düzenleyeceği gibi, devletin ideolojik politik müdahalesinin olmayacağı her alanı da görünmez bir el düzenleyecektir. Sanki toplum bakir bir alandır ve kendiliğinden demokrasi ve özgürlüğe doğru yol almaktadır. Post-modern tahlil tam da bu noktada çökmektedir. AKP ve arkasındaki sol liberal, post –Marksist güruh tarafından yaratılan sanal özgürlük ve demokrasi tartışması, post-modernizmin biçimi ve yöntemi mutlaklaştıran, içeriği yok sayan bakış açısının bir tezahürüdür. Post-modern liberaller devleti ideolojiyi yukarıdan aşağıya oluşturan diktatör olarak ilan ettikten sonra, devletin boşalttığı her alanın özgürlük ve demokrasi ile dolacağını iddia etmişlerdir. Ancak yaşanan pratik bize devlet müdahalesini ortadan kaldırdığınız her alanın yerine demokrasi, insan hakları, kadın hakları ve ekonomik demokratik hakların gelip yerleşemediğini kanıtlamıştır. AKP demokratikleşme adı altında Türkiye’de cumhuriyetin modernizmden beslenmiş olan kuruluş felsefesini toplumun her türlü ideolojik zemininden dıştalamaya çalışmaktadır. Burada bir topyekun yok etme ve karalama kampanyası yürütülmektedir. Modern projenin olumlu birçok kurumu ve ilkesi de yok edilmektedir. Ortak bir akla, ortak bir hukuka , ortak bir ahlaka dayalı düzenlemeler bir bir yok edilmektedir.
Liberal iktisadın egemen olduğu bir Türkiye’de toplumun modernizm ile dibe çökertildiği düşünülen her türlü arkaik anlayışı, yeni muhafazakarlar tarafından büyük bir iştahla yeniden hortlatılmıştır. Hortlatılan anlayışların içeriği analiz edildiğinde karşımıza somut olarak çıkan içerik şudur: “Eşitsizlik”. Yeni muhafazakarların ahlaki söylemlerinin gizlemeye çalıştığı gerçek eşitsizliktir. Olumlayıp , kabul edilen makbul değer hakline getirilen şey “eşitsizliktir”. Hem sınıf eşitsizliği hem de kadın erkek eşitsizliği. Bu anlamda muhafazakar değerlerin ileri mi geri mi olduğunu sınayabileceğimiz mihenk taşlarından biri eşitlik ilkesidir. Bu anlamıyla eşitsizlik gericiliktir. Devlet katında kazanım olarak belirlenmiş haklar iki temel alanda sınıfsal eşitsizlikler ve cinsiyetler arası eşitsizlikler alanlarında temel öneme sahiptirler. Bu durumda kadın erkek eşitliğine dair kazanımların hukuki form kazanması da önemlidir. Ancak daha da önemli olan, kadın haklarının toplumun genel ideolojik algısında nasıl bir biçim aldığıdır. 1980 darbesinden sonra toplumda şekillendirilen ılımlı İslam yapılanması, en önemli söylemini kadınlara ilişkin muhafazakar söylemlerden beslemiştir. Türban meselesi bu paradigmanın çok akıllıca seçilmiş bir “özgürlük” simgesidir. Muhafazakarlığın ve eşitsizliğin kadın bedeni üzerinden somut biçimde türban ile ifade bulması için bilinçli çaba gösterilmiştir. Kadın erkek ilişkileri dışında başka alanlarda, en önemlisi de faiz geliri alanında muhafazakarlığın ahlaki değerlerinin sergilendiğine tanık olunmamaktadır. Finans kapitalizmine uygun bir muhafazalık yaratılmıştır. Kadın erkek eşitsizliğine dayalı bir muhafazakarlaşma alternatif ahlak teorisinin temelini oluşturmuştur. Toplumsal dokuda cemaat yapılanması eli ile bilinçli bir toplum mühendisliği yapılmıştır. Toplumsal doku istenen kıvama geldiğinde ise demokrasi çığlıkları atılmaya başlanmıştır.
Devlet toplum ilişkisini analiz ederken mevcut deneyimlerin birikimi ile şunlar söylenebilir. Devlet ne toplumu dönüştürmeye yarayan sihirli bir değnektir, ne de toplumsal dönüşüm için hiçbir şey ifade etmeyen ve dıştalanmasının özgürlükler için hayırlı sonuçlar doğuracağı bir erk alanıdır.
Toplumsal dönüşüm süreçlerini yorumlarken düşülecek önemli bir hata tam da devlet ve iktidar araçlarını içeren politikaların önemsiz olduğunu varsaymaktır. Bunlar önemlidir. Çünkü bunlar vasıtasıyla kapitalist sistemin düzenlenmesi, kurallı hale getirilmesi, sosyal hakların güvenceye alınması, sosyal devletin inşası, kadın erkek eşitliğin hukuki güvencesi, hukuk devletinin inşası süreçleri örülebilecektir. Toplumsal dokuda, yaşamın bütün alanlarında elde edilmiş her kazanımın kendisini devlet mekanizması içerisinde de konumlandırması gerekmektedir. Yoksa kazanım olmaktan çıkar. Eşitlik ilkesinin toplumda egemen kılınması demokrasinin yeter şartı değil, ancak asgari gerekli şartıdır.
Sivil toplum, belirli üretim ilişkileri temeli üzerinde kurulan ve yaşayan pratik ve ideolojik toplumsal ilişkiler bütünlüğüdür. Son derece çeşitli tüm toplumsal doku, belli bir toplumun tüm insanal içeriği olarak ifade edilebilir.
İnsanlaşma yolunda adım atamamış toplumlar hep diktatörler yaratacaklardır. Hem de bunları sivil toplum eliyle ve demokratik mekanizmalar ile yaratacaklardır. Özne olabilme yolunda adım atamamış, kendi gücünü ve iradesini bir başkasına teslim etme aczi ve kolaycılığına sapan insanlar olduğu müddetçe diktatörler olacaktır. Bu diktatörler, işyerimizde, fabrikada, tarlada, ailede, ikili ilişkimizde, toplumda, partide yani hayatın içinde türeyeceklerdir. Devlette biçimleşmiş şekli aslında bu toplumsal dokunun sadece bir tezahürüdür. Bunun temelinde ise kendi değerinin farkına varması sürekli engellenmiş insanlar yatmaktadır.
İşte tam bu nedenle AKP’nin, sol liberallerin ve post-Marksistlerin peşine düştükleri demokrasi içeriksiz bir demokrasidir. İçeriksiz demokraside , demokrasi adına görüşüne başvurulan toplumun, hem ortak bir aklın hem de ortak bir ahlakın uzağında ya da yakınında olduğuna hiç bakılmaz. Toplumun yukarıya doğru bir gelişme çizgisi izlemesi ile ilgilenilmez. Önce toplumsal eşitsizlikleri büyüten kapitalizmin en vahşi biçimi olan neo-liberal iktisadi süreçler hakim kılınarak insanların elinden kendini geliştirme şansları alınır, sonra da toplumun dipte eşitlenmesi, en az eğitimliye doğru, en çaresize doğru, en az kendine güvene doğru, en çok korku dolu olana doğru, en çok itaat kültürüne biat edene doğru eşitlenmesi gerçekleşir. Toplumu bu anlamda yukarıya çekmeye yönelik her türlü düşünce söylem, elitizm ya da totalitarizm olarak yorumlanır. Post-modernizmin en önemli tuzak önermesi, ortak bir akıl ve ortak bir ahlak gibi genellemeleri, nesnel bilgiyi, evrensel hakları reddetmesi ve bunları parçalayıp öznel bilgiye, ya da yerel oluşumlara indirgemesidir. Bu durumda eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramların da bir anlamı kalmayacaktır. Bu kavramlardan uzaklaşılan uygulamalar çoğunluk istediği için meşruiyet kazanabilecektir.
İşte önümüzde duran hedef eşitlik, özgürlük, adalet kavramlarının içerikleri ile doldurulmuş bir demokrasi yaratmaktadır. Bu da toplumdaki insanal içeriğin zor ve baskı kullanılmadan birliğe özgürlüğe ve eşitliğe taşınması ile mümkün olacaktır. Demokrasinin niteliğinin gelişmesi, onun taşıyıcı öznelerinin geniş halk yığınlarının, eşitlik, adalet, özgürlük taleplerinin gelişmesine bağlıdır. Üretim ilişkileri, doğa insan ilişkileri, cinsiyetler arası ilişkiler, bilinç içerikleri, değer yargıları ve tüketim kalıpları, kısaca; tüm yaşam biçimleri eleştirel süreçlerin odak noktalarıdır. Bu süreçleri kendiliğindenliğe teslim etmek özgürleşmek değil var olana, var olan tüm arkaik eşitsiz yapılara teslim olmak anlamına gelir. Bu da gerçek bir demokrasiyi yaratmaya değil, onu ortadan kaldırmaya hizmet eder.
Sonuç olarak asgari demokratik süreçler ancak iktisadi işleyişe devletin ve/veya uluslararası kurumların müdahalesi ve finansal mimarinin yeniden düzenlemesi ile mümkündür.
Yararlanılan Kaynaklar:
Bobbio, N, Texier, J, Gramsci ve Sivil Toplum, Ankara, Savaş Yayınları.
Hayek, Friedrich (2004) : Kölelik Yolu, Çev: T.Fevzioğlu, Y. Arsan, A.Yayla, Ankara, Liberte Yayınları.
Hirsch, Joachim, Über Reform und Revolution, www.link-netz.de, Kasım 2008.
0 comments on “ŞULE DALDAL: NE KADAR DEVLET, NE KADAR TOPLUM”