Nietzsche, “Tanrıların dahi can sıkıntısına karşı olan mücadelesi beyhudedir” der. Modern dünyanın en can yakıcı hastalığı olarak sıkıntıyla başa çıkmaya çalışan insan ise, kendi kısır döngüsünü çoktan var etmiştir. İnsanın doğaya galip gelmek için giriştiği teknolojik ilerleme ve ekonomik hırslarının sonucu olarak ortaya çıkan ve sürekli insana tehdit altında olduğunu hissettiren dünyada can sıkıntısı, bununla başa çıkmak için yeniden üretilen ekonomi-politik ve kültürel unsurlarla da gitgide derinleşmektedir. Bu Heidegger’in deyişiyle “derin sıkıntı”ya dönüşmüştür. Bu, modern insanın en belirgin ruh hali olmuştur ki; bundan kaçmak artık imkânsız denecek kadar güçleşmiştir. Keza, sıkıntı o kadar derinleşmiştir ki, her türlü çılgınlığa, dâhiliğe sebep olabilecek gizil bir gücü içerisinde barındırdığı gibi; aynı zamanda hem yok edici hem de felç edici de olabilmektedir. İnsana, bilgiye ve uzak olana en hızlı şekilde ulaşması için tüm olanakların yaratıldığı dünyada teknoloji, duygularını yavaş yavaş aldığı insanın daha fazlasını isteme hırsından beslenerek, onu biçare bir halde kendisine bağımlı kılmayı başarmak üzeredir. Mikro düzeyde bu sıkıntıyla başa çıkmasını öğrenmemekte direnen, tersine belli bir düzeyde elindeki geçmişe ne kadar referans varsa gelecek tehdidine karşı muhafaza eden birey ya da topluluklar ise daha da saldırganlaşmaktadır. Peki, muhafaza edilenler ortaya çıkan müziklere karşı savaş açarsa ne olur?
Müziğin çevresinde bir araya gelenlerin tarihi, notaların, ritmin ya da tınının ötesindedir. Onları var eden, toplumsalı umutsuzluğa sürükleyen, can sıkıcı, galeyana getiren ya da neşelendiren tarihinin kendisidir. Bu tarihte her müzik sahnesinin ortaya çıkışı, bir diğerinin doğuşunda rol oynar. Sahnenin oyuncuları basitçe belirli dönemlere ait dipnotlar değil fakat uzun soluklu bir serüvenin önemli aktörleridir. Kısaca bu müzikal yolculuk, sahnenin etkin ya da değil her serüvencisinin tarihle barışık olmasını şart koşan bir sürece denk düşer.
Bu süreçlere Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse; 1934 yılında ulusal müzik kültürünün oluşturulması, “garp tekniğiyle bestelenmiş” musikinin gelişmesi amacıyla Türk müziğinin radyolarda yayınlanması yasaklanmıştı. Fakat bu yasaktan kaynaklanan arayışlar sonucu, dönemin önemli müzisyenleri (Saadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk gibi), Mısır filmlerinin de katkısıyla, Arap müziğinden etkilenerek arabeskin doğuşuna zemin hazırlamışlardır. Birçok müzik türü buna benzer yasaklar, politik süreçler ve uygulamalardan beslenerek sese bürünmüştür. Kısaca, Osmanlı geleneğinin dilde ve kültürde bıraktığı izler de, arabesk de, Anadolu pop da bu ülkenin şartlarının oluşturduğu müzik türleridir. Igor Stravinsky şu tespiti yapar: “Müzikal olarak her dönemin bir dili, üslubu vardır. Öncü müzisyenler bunu belirleyenlerdir.” Burada öncüler, politik-kültürel iklimi iyi gözlemleyen fakat aynı zamanda kurulu olanın dışına çıkmayı göze alabilecek kişilerdir.
Farklı popüler müzik sahnelerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçirdiği evreler tartışmaya başka bir tını getirebilir. Piyasa, baskın kültüre alternatif olana doğrudan müdahale etmeden, stratejik davranarak üretilen, egemen olandan alınıp dönüştürülen, “yeniden üretilen” anlamları, ezgileri bir süre sonra alıp evcilleşmiş ve metalaşmış olarak piyasaya geri sunmayı dener. Dolayısıyla “yeraltında” canlanan çoğu müzik kültürü, “tehlikeli”, “marjinal” ya da “kârlı” görülürse evcilleştirilme ya da muhafazakârlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Burada muhafazakârlaşan hem kendisi olabilir hem de ona karşı yükselen tepkiler muhafazakâr bir yönden gelebilir. Örneğin, swing’ten devşirme, rhythm&blues’tan üretme rock’n’roll, “beyaz adam”ın müziği olarak ortaya ilk çıktığında başlayan muhafazakârların galeyanı sonucu “ahlak paniği”nin bitmesine yakın, Türkiye’de arabesk ile özdeşleşen lahmacuna, çiğ köfteye kent-elitlerin direnişi yeni başlamıştı. Yetmişlerde Punk, İngiltere’nin mahallelerinde “yarın yok” diye haykırırken, onu evcilleştirmeye girişmiş piyasa, “Demir Leydi”nin ve muhafazakârlığın önündeki “kültürel engelleri” kaldırmaya çalışıyordu. Ülkemizde ise Anadolu pop’un son demlerinde tam türkü ile “garp” barışmış, toplumcu düşünce kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamışken darbe kendisini göstermişti.
Seksenler kültürel “savaşlarla” geçti. Ortaya çıkan her yeni müzikal kimlik, toplumsal bir mücadele alanına dönüştü. Genel dinleyici kitlesi alt-orta sınıftan gelen rap dinleyicileri bir yerde konumlanırken, üst-orta sınıftan “acidçiler” başka bir yerde çatışma halindeydiler. Orta yolcu metalciler ise tüm şaşkın bakışların gölgesinde, uzun saçlarıyla her yerdelerdi. Heavy metal kendisini “ahlaksız” bulan ve de hedef gösteren muhafazakâr anne-babalarla uğraşırken, kendilerine “özgürlükçü” diyen muhafazakârlar, politik müziğin dönüşümünü eleştirmekteydi. Pop müzik kendisini hissettirmeye başladığı yıllarda; Thrash metal anti-kapitalist salvolarını yaparken, doksanların özgür yılları baş göstermeye başlamıştı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Doksanların ortasından günümüze değişen kültür sahneleriyle birlikte, sosyal bilimlerin müzik alanına bakışında belirgin değişimler yaşandı ve yaşanmaya da devam etmektedir. Birikerek çoğalan ve kendini üreten kültürden oldukça hızlı hareket edebilen şey bir melodi; ya da şarkı olabiliyor günümüzde. Takibi imkânsız bir hızda tüm dünyaya yayılan tek şarkı ile, hakkında herhangi şey bilmediğimiz Güney Kore’nin yoksul bir semtini tanıma şansı bulabiliyoruz.
İçinde bulunduğumuz “modern-üstü” zamanlar, dünya yüzeyinde hemen hemen hiçbir yapıyı “sabit” ya da “saf” bırakmamış; tersine melezleşme ve heterojen yapılar git gide yaygınlaşmıştır. Bu hıza yetişmenin bedeli ise, çoğu zaman ağır olmuştur. İmajların gözlerimizin önünden hızla akması, bilincimizin bu süratli geçişleri anlamaya çabalaması ve insan merakının bu gidişatı kuramsal-kavramsal bir çerçeveye alma çabası ve bunun da bir sabitleme hevesi içinde yapılmaya çalışılması; yabancılaşma sorunsalının tekrar ve tekrar fakat farklı hallerde ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Artık yabancılaşma, emeğine ve ürettiğine yabancılaşan işçinin sorunu değil tüm insanların sorunu haline gelmiştir. “Genel eylem kurallarına” uymayan dünyanın hareketlerini artık belirsizliğin; paradoksal bir deyişle, kaosun kuralları ile anlamaya çalışıyoruz. Heisenberg fiziğinin “belirlenemezlik” ilkesi üzerinden, karşı karşıya olduğumuz dünya; artık bizim bildiğimiz dünya değil. Küçük hareketlerin büyük oluşumlara sebep olma potansiyeli ilkesinden hareketle, bu durumun bir süreç mi; yoksa “an” mı olduğu sorusu yine kafaları kurcalamaktadır. Bu denli belirsizlikle dönüşen ve değişen dünyaya, ezgilere ya da kültüre karşı tepkiselci bir pozisyondan muhafazakâr yaklaşmanın altında korku mu; yoksa bilinmeyene duyulan merak mı var bilinmez. Ama şu var ki; muhafaza edilemeyecek denli hızlı bir durumdan bahsediyoruz.
“Bana sevdiğiniz müziği söyleyin size neyi muhafaza ettiğinizi söyleyeyim…”
0 comments on “SIKICI OLMAYAN BİR YERDE MUHAFAZA EDİNİZ”