Hocalarının yarısı son KHK ile ihraç edilen Mülkiye’nin duvar ve panolarına “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganı yazılmıştı. Bildiği üzere bu slogan en son II. Meşrutiyet döneminde kullanıldı. Gündelik siyasetin hengamesine biraz mesafe koyup serinkanlılıkla şu soru sorulmalı: Türkiye nasıl bir ülke ki 2017 itibariyle 1908’in gündemini yaşayabiliyor? Aktörler, partiler ve hareketlerin adı değişiyor. Peki ya meseleler? Peki ya ideoloji? Siyaset temel meseleleri çözüp yoluna devam edemiyor mu ki biz belli aralıklarla o temel sorunlara ilk çıktığı gündeki yakıcılıkla yeniden dönüyoruz? Her şeyin tekrar ettiği, dolayısıyla yeni bir şeyin söylenmediği, her soruna yüzeysel çözümler bulunduğu, bu nedenle aslında hiçbir sorunun halledilmediği bir ülkede yaşıyoruz.
Derinleşememe sorunumuzun temelinde ideolojiler var. Bir tür yerlilik kapanıyla karşı karşıyayız. İdeolojik koordinatlarımız fazlasıyla yerli. Epistemolojik bir perde var gözlerimizde. Ne birbirimizi görebiliyoruz ne de medeni dünyayı. Bugünkü Türkiye siyasetinde ağırlıklı bir şekilde rol oynayan siyasi akımların ideolojik konumlarını tek tek incelediğimizde vasat durum daha bir açık hale geliyor. Demokrat Partiden AKP’ye kadarki merkez sağ kitle partilerinin siyasetlerini ele alalım öncelikle. Kendilerini merkezde ve sağda tanımlayan kitle partileri hemen her dönem aynı ideolojik reçeteyi sundular izleyicilerine. İktisadi ilişkilerde liberal bir tavır ile kültür ve topluma bakışta muhafazakarlık sağın söyleminin nirengi noktalarını oluşturdu hep. Ancak liberal-muhafazakar izlek görüntüden ibaret kaldı sadece. İktisadi ilişkilerde liberalizm sağın en kolay vaz geçtiği ideolojik koordinata karşılık geldi. Özal gibi liberalizme en yakın örneklerde bile patronajcı mantık parti tarafından belirlenen devletin eylemlerinin hakim kodu oldu. Sağ iktidarlar her dönem kendi zenginler sınıfını, bir anlamda kendi burjuvazisini yarattı. Sağın liberalizmden anladığı şey küresel liberal-kapitalist dünyanın hakim normlarına sadakatten çok, bu bahsi geçen normları devlet kapitalizmi ve yolsuzluk ekonomisi adına etkisiz hale getirmeye çalışan bir ekonomik kolaycılıktı. Bu araçsal tutum liberalizmin kaderini de etkiledi. Geniş kitlelerce desteklenen sağ partilerin liberalizmi ilke düzeyinde olumlayan bir söylemi olmasına rağmen, kendisini sağda tanımlayan kesimlerin gözünde liberal ideoloji hiçbir zaman yeterince meşru ve popüler olmadı. Ayrıca sorun sadece liberalizmin geniş kitlelere nüfuz etmesindeki yapısal başarısızlıktan ibaret değildi. Kendisini liberal olarak gören kişilerin liberalizme bakışı da araçsal olmaya devam etti. Atilla Yayla gibi popüler liberal figürlerin AKP rejimine verdiğini neredeyse koşulsuz destek bu ülkedeki liberalizmin vasatını da ortaya koymaktadır. Liberalizm çoğu aslında muhafazakar ve İslamcı olan kişilerin elinde Kemalist düzeni yıpratmakta kullanılan kullanışlı bir aparatın adıydı.
Sağın sadece liberalizmi değil muhafazakarlığı da bir aldatmacaydı. Aile ve kültürü korumaya çalışan Türkiye’nin merkez sağ partileri kapitalizmin yıkıcı etkisi karşısında sessiz kalmayı tercih ettiler. Kültürel yabancılaşma ve aile kurumundaki aşınma onların onlarca yıl süren iktidar döneminde doruğa çıktı. Kamusal alan AVM’leşince aile ve kültür hayatı da değişti. Sağı muhafazakar olmaktan alıkoyan tek unsur şüphesiz ki kapitalizm değildir. İslamcılık da benzeri bir etki yarattı. Sağın zayıf noktası olarak İslamcı söylem Batılı standartlarda bir muhafazakarlığın yerleşmesini engelledi. İslamcılığın demokrasi ve modernite karşı söylemi muhafazakar kitleleri Osmanlı-İslam uygarlığına yönelik nostaljik bir kertede tuttu. Modernleşme tadından hoşlanılmayan bir yemek gibiydi. Sağ karşısında hep bir mecburiyetin saklı utancını duydu sağ. Bu nedenle modern muhafazakarlığın değerleri içselleşmedi. Konjonktürün fırsat verdiği her anda İslamcı etki adına muhafazakar pratikler terk edildi. Bir kez daha yerli olan evrensele üstün gelmişti.
Yerli olanın evrensele üstünlüğü sağ siyasetin diğer önemli akımı olan milliyetçi hareket için de geçerlidir. Türk milliyetçiliği hiçbir zaman liberal bir milliyetçilik şeklinde kendini örgütleyemedi. Liberal ve cumhuriyetçiliğin değerlerin yokluğunda milliyetçi hareket hakim uluslararası ve ulusal siyasetin kullanışlı bir aracına dönüştü. Soğuk savaş yıllarında anti-komünist mücadelenin sokak mücadelesi, Kürt isyanı döneminde ise Kürt karşıtı ayrımcı dil Türk milliyetçiliğin temel ideolojik malzemesini oluşturdu. Türk milliyetçiliğindeki yerli ton o kadar yoğun ki, bu siyaset yapma tarzı sadece milliyetçiliğin daha derin bir biçimiyle bağlantı kurmaması nedeniyle değil, aynı zamanda kitleselleşmeye müsait bir muhafazakarlıkla eklemlenememesi bakımından da sorunlu bir konumda yer almakta.
Türkiye sağı muhafazakar-liberal bir düzeye yakınlaşma bakımından sorun yaşarken Türkiye solunda ise sosyalizm ve sosyal demokrasinin içselleştirilmesi bağlamında bir dizi sıkıntı ön plana çıkar. Atatürk milliyetçiliğinin tahayyül edilme biçimi sosyal demokrat değer ve ritüellerin yerleşmesini güçleştirmektedir. Çünkü bu tip bir milliyetçilikte ulus devlet inşa sürecine yönelik otoriter modernleşme tarzından ciddi bir etkilenme vardır. Bu otoriterlik Atatürkçülerin Kürtlere ve İslami kesimlere bakışında ötekileştirici bir dil kullanmalarına yol açar. İslami-muhafazakar gelişim sivil toplumdaki bazı dönüşümler ve taleplerin bir sonucu olarak değil de, ABD ve Avrupa’daki emperyalist çevrelerin bu ülkeye layık gördüğü bir proje olarak görülür. Kürt sorununun ele alınma biçimi de benzer şekilde sorunludur. Terörizmin yarattığı şiddet dalgası ve bahsi geçen şiddetin sürekli bir şekilde ateşini canlı tuttuğu bölünme korkusu bu mesele üzerine kamusal tartışma olanağını ciddi ölçüde sınırlar. Bu arada Atatürkçülüğün anti-popülist bir niteliğe sahip olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. En baştan beri sıradan insanla Atatürkçü düşünme biçimi arasında bir iletişim sorunu vardır. İletişime geçildiği anlarda ise çoğu kez didaktik üslup ön plana çıkar. Her bir Atatürkçü başöğretmen Atatürk gibi davranır. Cahil olduğu varsayılan geniş kitlelere politik ve kültürel anlamda terbiye aşılanır.
Türk milliyetçiliği CHP’nin sosyal demokrat bir yönelime doğru derinleşmesi engeller. Benzer bir olumsuz etki Kürt milliyetçiliği HDP ilişkisi için geçerlidir. HDP en başta çok kültürcü ve yeni sol akımlardan esinlenen bir politik duruş içerisine girmiş, ama bu politik tercih PKK’nin milliyetçi ve militarist reel politiği karşısında dağılıp gitmiştir. PKK’nın ortaya koyduğu stratejinin HDP içerisinde sorgulanmadan kabul edilmesi yeni solcu ideolojik perspektifinin yapısal sınırlarını ortaya koymaktadır. Kürt milliyetçiliğinin sosyalizme baskın gelmesi yerelin evrensele üstün geldiği ideolojik karşılaşmalardan biridir.
Geldiğimiz yer bakımından şöyle bir son değerlendirme yapılabilir: Ana akım siyasi partilerin ideolojik korları demokrasinin derinleşmesini engelliyor. Çünkü Türkiye siyasetini motive eden ideolojik unsurlar fazlasıyla bize özgü. Bu yoğun yerlilik düzeyi dünyanın geri kalanıyla düşünce ve pratik düzeyinde bağlantı kurmamızı güçleştirmekte. Düşünce hürriyetine saygı duymayan ve çoğulculuk karşıtı antidemokratik siyasi dil önemli ölçüde yerli siyasal mayalanmanın ürünüdür. İdeolojik angajmanlardaki sorun toplumsal ilişkiler bakımından ise kör noktalara yol açmaktadır. Ulusalcılar için Kürtler, İslamcılar için Aleviler kör nokta niteliğindedir. İdeolojik angajmanlar evrensel değerlerle dengelenmediği müddetçe hep aynı şeyleri konuştuğumuz, dolayısıyla aslında konuşmadığımız pre-modern Türkiye siyaseti olduğu gibi devam edecek.
* Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.
0 comments on “TÜRKİYE SİYASETİNDE İDEOLOJİ SORUNU”