09-KENTE KARŞI SUÇ DÜNYADAN

BOLİVAR’DAN CHAVEZ’E, MARTİ’DEN FİDEL’E VE ATATÜRK’E

Lider kimdir? Lider sözcüğünün TDK’ya göre birinci anlamı “önder, şef”, ikinci anlamıysa “bir partinin ya da bir kuruluşun en üst düzeyde yönetimiyle görevli kimse”dir. Bu iki açıklama biraz kafa karıştırıcı gibi. Bir partinin, kurumun ya da ülkenin yöneticisi her zaman önder midir? Bu tanıma göre, seçilen, atanan ya da bir şekilde bir kurum ya da kuruluşun yönetimine gelebilenler “önder” mi sayılacaktır? Yönetici=önder midir?
Latin Amerika’da herzaman olagelmiş ama son on yıldır iyice hızlanan sol hareketin geçmişinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin köklerindeki Kemalist Devrim Hareketinin diplerinde, yukarıdaki sorunun cevabını ararken, coğrafya olarak hayli uzak ama tarihlerimizdeki benzerliklerle, bu devrim hareketlerinin ortak yanlarını anlamaya çalışacağız.
El Libertador (Kurtarıcı): Simon Bolivar
Adı Ankara’da bir caddede yaşatılan, bronz heykeli Çankaya’nın güzel bir parkını süsleyen Simon Bolivar, Güney Amerika kıtasının yarısının kurtarıcısıdır. Yaşadığı dönemin ileri görüşlü bir bireyi olmasının yanısıra, Latin Amerika’da gerçekleşen, dünyada yankı bulan, bir çok adalet ve özgürlük hareketinin ilham kaynağını teşkil etmiş 19.yüzyıl başlarının parlak devlet adamlarından biridir.
“El Libertador” (Kurtarıcı) lakaplı Simon Bolivar, soylu bir ailenin çocuğu olarak 24 temmuz 1783’de Venezüella’nın başkenti Karakas kentinde doğdu. Aile servetinin bir kısmı Venezüella’daki Aroa Nehri’nde yer alan altın ve bakır madenlerinden gelmekteydi. İlk olarak 1632’de altın madeni çıkarılmıstı. Bunu büyük bakır madenlerinin keşfi izledi. Bu madenler Bolivar ailesinin mülkü oldu. Sonraları Bolivar, devrimci hayatında bu maden gelirlerini Güney Amerikadaki devrimci savaşlarını finanse etmek için kullandı. Bolivar, anne ve babasını çocuk yaşta kaybettikten sonra eğitimi özel hocaların ellerinde geçti. Bunlar arasında Simon Rodriguez’in eşitlikçi fikirleri ve eğitim metodu bu genç adamı oldukça etkileyecekti.
1799 yılında eğitimini tamamlamak için İspanya’ya gitti. Burada tarih, dil ve hukuk eğitimi gördü. Bu arada Fransız filozof Rousseau’nun devletin vatandaşlarına olan sorumlulukları ile ilgili düşüncelerinden ve eserlerinden etkilendi, özgürlükçü düşüncelerle tanıştı. 1802’de İspanya’da evlendiği eşinin, bir yıl sonra Karakas’ta sarı humma hastalığından ölmesiyle, 1804’te Napolyon’un denetimindeki Avrupa’ya tekrar döndü. Paris’te Locke, Hobbes, d’Alembert, Buffon gibi düşünürlerin etkisiyle rasyonel düsünceyi benimsedi. Bir yandan da imparator olan Napoleon’un attığı adımlara hayranlık duyuyordu. Sonunda Alman bilim adamı Humboldt’un da etkisiyle anti-sömürgeci görüşleri benimseyerek 1806’da Venezuela’ya döndü.
Bu arada Venezüella’da İspanyol sömürge valisi devrilecek ve Bolivar da yardım sağlamak üzere 1810 yılında, sömürge yönetiminin yerine gelen cunta tarafından İngiltere’ye gönderilecektir. İngiltere’de siyasal düzeni yerinde gördüğü sırada, burada sürgünde olan general Francisco de Miranda’yı Karakas’a gelerek bağımsızlık savaşının başına geçmesi için ikna etti.* Karakas’ta toplanan Ulusal Kongre bir anayasa taslağı hazırlayarak 5 Temmuz 1811’de Venezüella’nın bağımsızlığını ilan etti. Temmuz’da askeri yönekimin lideri Miranda İspanyollara teslim oldu ve Bolivar simdiki Kolombiya sınırları içerisinde yer alan Cartagena’ya kaçtı. Orada 15 Aralık 1812 tarihinde yazdığı Cartegana Bildirisi’ni yayımladı. Ardından küçük bir ordu kurarak, yeniden Venezüella’ya döndü ve altı savaştan sonra 6 ağustos 1813’te “El Libertador” olarak Karakas’ı ele geçirdi ve Venezüella İkinci Cumhuriyeti’ni ilan etti.
Bolivar, Katolik Kilisesi ve zengin toprak sahipleri tarafından “çapulcuların lideri” ve “köle azat eden zorba” gibi nitelemelerle itham edildi. “Kurtarıcı”, “çoğunlukta olan yoksulların kazandığı ve azınlıkta olan zenginlerin kaybettiği bir iç savaşı” kışkırtmaya çalısmakla suçlandı. Zamanı gelince Bolivar, kendisini şeytanla kıyaslayan Kilise tarafından afaroz edilecekti. Bunun üzerine, halka, “Sizlere, İspanyolları kovacağımız ve özgür bir idare kuracağımız konuma neyin ulaştırabileceğini söyleyeceğim: Bu kesinlikle birliktir. Fakat bu birlik ilahi tasarımlardan değil, duygusal etkiler ve iyi önderlik edilmis çabalardan gelecektir.” diye seslendi.
Bolivar ABD’nin gelecekteki rolünü önceden sezinlemisti: Daha iktidarının ilk yıllarında, “Birlesik Devletler, Amerika’yı feci bir şekilde özgürlük adına istila etmeye yöneltilmiş” durumda tanısını yaptı. Amerika’yla, kıtanın kuzey ve güney bölümlerinden söz ediyordu.
Bu arada Haiti’de üslenmiş İspanyol sömürge kuvvetleri, İngiltere ve İrlanda’dan yardım alarak Venezüella’ya saldırdı ve önce Orinico Vadisi’ni ele geçirdi. Etkin ve yıpratıcı bir savaşı sürdüren Bolivar, And Dağları’nı aşarak 7 Ağustos 1819’da Boyaca’da İspanyol kuvvetlerini bozguna uğrattı. Kolombiya’dan sonra Venezüella (Haziran 1821), Ekvador (1821), Peru (1824) ve Bolivya (1825) İspanyol sömürgecilerden kurtarıldı.
Bolivar, Güney Amerika ülkelerini bir araya getirecek bir birlik olusturmak istiyordu. 1826’da Panama’da düzenlediği konferansta bunu dile getirdi. Bununla birlikte ortak askeri güç ve ortak karar mekanizması önerisi katılımcılar tarafından itibar görmedi. Bu arada eski komutanlarından olan Paez, Venezüella’da Bolivar’a başkaldırdı. Bunun üzerine Bolivar, “Bela, kendi silahını kendi halkına karşı kullanan askerdir” sözünü söyledi. Bolivar bu isyana başkanlık yetkilerini güçlendirmekle karşılık verdi. Bu durum siyasi muhaliflerinde, 25 Eylül 1828 tarihinde başarısız bir suikast girişimine kadar gidecek tepkiye yol açtı. Santa Maria’da bir dostunun yanında kalırken 17 Aralık 1830’da hayata gözlerini yumdu.
Simon Bolivar ve Hugo Chavez hakkında monografiler yazmış olan Kolombiyalı yazar J. Herrera Torres, Simon Bolivar’ın devrimleri ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bolivar köleleri özgürlestirdi, toprakların kızılderililere geri verilmesine karar verdi, bedava eğitimi getirdi, hastaneler teşkil etti, yerli üretimi ithal malların rekabetinden korudu, endüstriyi ve ticareti geliştirdi, madenleri millileştirdi ve bütün yer altı zenginlikleri üzerinde devlet tekelinin kurulmasını emretti.”
Venezüela bağımsızlığını 1821 yılında Simon Bolivar önderliğinde İspanyol sömürge yönetimine karşı verilen mücadele sonucu kazanmıştı. Ancak, son 150 yıldır, bir çok Latin Amerika ülkesi gibi, Venezüella da doğal ve insan kaynaklarının ABD tarafından sömürülmesi sonucu adeta bu ülkenin deniz aşırı bir eyaleti haline geldi.
20. yüzyılın ikinci yarısında neoliberal politikaların uygulanması sonucu ülkedeki yoksulluk oranı hızlı bir şekilde arttı. Durumu yansıtan bir örnek olarak analım, 1975’den 1995’e yalnızca yirmi yıllık bir süre içersinde yoksulluk oranı %33’ten (1975) %70’e (1995) yükseldi. Üstelik bu acı tablo Venezüella’nın dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi ülkesi olmasına rağmen ortaya çıktı. Devlet petrol şirketi ve yabancı petrol şirketleri arasındaki usulsüz antlaşmalar Venezüella’nın petrol gelirlerinden yalnızca %1’lik bir pay almasına neden oldu. Ülkenin siyasetine hakim olan iki partili oligarşik sistemin bu adaletsiz petrol antlaşmalarında büyük sorumluluğu vardı. İşte Chavez böyle bir dönemde ortaya çıktı.
Hugo Chavez Frias
Bolivar’ın yolundan giden Hugo Chavez, 28 Temmuz 1954 yılında Sabaneta, Baritas’ta, çamur, saman ve palmiye ağacından yapılmış bir evde doğdu.. Ögretmen bir anne ve babanın altı çocuğundan biri olan Chavez yoksul bir aileden gelmektedir. Chavez, “melez” kökenlidir: “Baba tarafindan yerli (Amerindian) ve Afrika kanını taşımaktayım ve bundan gurur duyuyorum. Benim için yerli olmak halkımın ve ülkemizin en derin ve en hakiki köklerinin bir parçası olmak demektir.”
Karakas’ta yaşama ve eğitim görme şansını değerlendirmek için 17 yaşında Askeri Akademiye kaydoldu. Akademideki öğrencilik yıllarında Chavez ve okul arkadasları “Bolivarizm” olarak adlandırdıkları sol-milliyetçi bir doktrin geliştirdiler. Bu doktrin bir çok Latin Amerika ülkesini bağımsızlığa kavuşturan Simon Bolivar’dan ilham almıştı. Askerlik hizmeti boyunca Chavez, Venezüella ordusunun oynadığı rolden giderek hoşnutsuzluk duymaya başlıyordu. 1977 yılında Chavez ordudan ayrılmaya karar verdi, fakat komünist bir akademisyen, Douglas Bravo, tarafından kalması ve sol için gizlice çalışması için ikna edildi: “O’ndan çok etkilendim ve ordudan ayrılmaktan vazgeçtim. Sivil-asker işleyişinin ideolojik anlamını ve gizli olarak örgütlenebilmenin olanaklarını keşfettim, bu süreç bir kaç yıl sürmüştür.”
1982 yılında Chavez diğer üç subay arkadaşıyla “Bolivarci Devrimci Hareket-200 (MBR-200)” adında bir örgütlenme kurdu. Sonraları başkent Karakas’ta bir takım yüksek görevlere getirildi. 90’lı yıllarda Venezüella ekonomisi çöküşün eşiğindeydi ve halkın çoğunluğu Carlos Perez’in dikta yönetiminden bıkmıştı. Chavez bir grup silah arkadaşıyla Perez iktidarina karşı 1992 Şubat ayında askeri bir isyan gerçekleştirdi: “Hükümeti devirmeye ve bir Anayasa Kongresi toplamaya yönelik stratejik bir planımız vardı. Amacımız sivil-asker birlikteliğini tesis etmekti; bu her zaman böyledir. İşçi sınıfının katılımı sağlanmıştı… İsyan gününde, bütün halkın, işçisiyle ve askeriyle bütün insanların sokaklara dökülerek silaha sarılacağını hayal etmiştik.” Olaylar bu şekilde gerçekleşmedi. İsyancılar bazı kilit şehirleri ele geçirdilerse de Miraflores Başkanlık Sarayı’nı ele geçiremediler ve Devlet Başkanı Perez kaçmayı başardı. Chavez teslim olma pazarlığı yaptıktan sonra Savunma Bakanlığından canlı yayınla tüm ülkeye çağrıda bulundu. Onu ulusal bir lider haline getiren, “Sorumluluğu ben alıyorum… şimdilik” sözlerini bu konuşmada kullandı.
Bu isyan girişiminde bulunduğunda 45 yaşında bir yarbaydı ve bu girişimden dolayı diğer 100 subay arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Chavez hapiste Venezuela’nin sorunlarla dolu yapısını değiştirmeye ve halkın koşullarının dönüşümüne yönelik tartışmalar ve okumalarla bilgi birikimini ve donanımını geliştirdi. Hapisten çıktığında, değişimi demokratik siyasal hareketle sağlamaya karar verdi ve 1995’te “Anayasa Kongresi, şimdi!” sloganıyla bir kampanya başlatarak ülkeyi dolaştı. 1998 Başkanlık seçimlerine katılmak için 1997 yılında “Beşinci Cumhuriyet Hareketi (MVR)” adlı bir parti kurdu. Chavez’in kampanya boyunca kendini gösteren karizması, iyi bir hatip olma özelliği, yoksul ve emekçi sınıfın lehine duruşu, kitlelerin güvenini kazanmasını sağladı ve 6 Aralık 1998 başkanlık seçiminde oyların %56’sını alarak seçimin ilk aşamasında devlet başkanlığını kazandı. 1998 yılında ilk kez başkan seçilmesinden beri bütün seçimlerden ve referandumlardan zaferle çıktı ve siyasal gücünü pekiştirdi. Yeni, cesur önlemlere imza atti.
Birkaç yıldır, katılımcı demokrasiye dayalı “21.Yüzyıl Sosyalizmi” adı altında yeni bir modeli geliştirmeye çalışmakta. Yapmakta oldukları için kendisi bugün şu değerlendirmede bulunuyor: “Demokrasi şu an yeni kuruluyor, henüz hayal ettiğimiz bir demokrasi değil bu. İdealimiz: Tam olarak katılımcı ve vatandaş önderliğinde bir demokrasi. Mutluyum ve Venezüella’yı büyük bir geleceğin beklediğini görüyorum… Bu bizim yüzyılımız, buna kesinlikle inanıyorum. Başarısızlıklar geride kaldı, bundan eminim ve mutluyum. İyimserim çünkü, büyükannemin dediği gibi, değişim rüzgarını koklayabilirsin, o havadadır.”
Simon Bolivar-Hugo Chavez, Jose Marti- Fidel Castro ve Mustafa Kemal Atatürk
Küba Cumhuriyet’inin, 50 yıllık devrim tarihine yakından bakıldığında, Jose Marti’nin çok önemli bir yeri vardır. 19. yüzyılda yaşayan Jose Marti Küba’nın ulusal kahramanı ve simgesidir. O bir siyasetçi, bir devrimci ve bir ozandı. Bu edebiyat insanı, ömrünü Küba’nın özgürlüğüne adamakla kalmamış, 1895’de başlayıp, İspanyol’lara karşı yürütülen Bağımsızlık Savaşı’ndan önce Devrim’in ilk tohumlarını atmış, düşünce üretmiş, sonra da savaşmış.
Jose Marti hayatı boyunca siyaseti hiç bırakmadı. 1892’de kurulan Küba Devrimci Partisi’nin önderliğine seçildi. Ulusal kurtuluş savaşına çağrı niteliğinde olan Monte Kristo bildirisi onun imzasıyla yayımlandı. 1895 yılında gizlice Küba’ya girerek Antonio Maceo’nun başlattığı kurtuluş savaşına katıldı. 18 Mayıs 1895 tarihinde bir çatışmada at sırtındayken vuruldu ve yaşamını yitirdi. Öldürüldüğünde henüz 42 yaşındaydı.
Jose Marti yaşamını, Küba’daki İspanyol koloni yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba’nın ABD dâhil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. Bütün öğretisi kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir.
Jose Marti’nin savaş sırasında, dışarıdan, özellikle ABD’den destek alınmasını savunanlara karşılık o dönemde söylediği “Bağımsızlık savaşında, dışarıdan alınacak her türlü yardım, ekonomik ve politik olarak, ileride kurulacak bir ülkenin tam bağımsız olmasına engeldir” sözü, Atatürk’ün “Bağımsızlık benim karakterimdir” sözüyle neredeyse özdeştir. Birbirinden habersiz bu iki liderin aynı konuda aldıkları aynı tutumların, zamanları arasında yaklaşık 25 yıl bulunuyor. Jose Marti’den yıllar sonra, 1959’da Küba Devrimini gerçekleştiren Fidel’in de idolüdür Marti. Küba Devrimi’nin tohumunu atan Marti, onu büyüten ve günümüze taşıyansa Fidel’dir.
1812’de Bolivar’a, 1895’te Marti’ye, 1923’de Atatürk’e, 1959’da Fidel’e ve 1998’de Chavez’e bakıldığında, yaptıklarıyla, ürettikleri düşünceleriyle, savaşlarıyla Bolivar ve Marti, Türkiye Cumhuriyet’inin kurucu lideri Atatürk’le özdeştir. Tartışmasız dönüşümün, tam bağımsızlığın, ilericiliğin ve aydınlanmanın bütün izleri, bu liderlerin yarattığı ve yazdıkları tarihlerin hepsinde görülür. Hepsi ülkelerinin unutulmaz  ilerici önderleridir.
1959’da devrimin üç komutanından bir olan Fidel’de bir önderdir. Devrim mücadelesini ve onu yaşatma uğraşını kesintisiz sürdürmüş, zaman zaman olumsuzlaşan koşullara karşın, her durumda günümüze getirmeyi başarmıştır. Fidel, Marti’den devraldığı devrimci geleneği, çevresindeki ülküdaşlarıyla birlikte, günümüze taşımıştır, aynı Chavez’in Bolivar’dan devralması gibi. 50 yıllık Küba devriminde Fidel, yönetimi kardeşi Raul’a devrettiği güne kadar Küba’yı yöneten kadronun en önündeydi. Yönetimi devrettiği günden bugüne ne devrim tersine döndü, ne de bir “halk ayaklanması” gerçekleşti. Kim ne derse desin, Fidel uluslararası politikanın en son “süperyıldızı”dır. Javaharlal Nehru(Hindistan), Ho Chi Minh(Vietnam), Patricia Lumumba(Kongo), Amilcar Cabral(Gine Bissau), Che Guevara(Latin Amerika), Cemal AbdülNasır(Mısır), Carlos Marighella(Brezilya), Camilo Torres(Kolombiya), Nelson Mandela(Güney Afrika), Mehdi Ben Barka(Fas) gibi, bizim Kurtuluş Savaşımız sonrasından 1960’lara kadar olan dönemde ortaya çıkan ve hayatını dünyadaki adaletsizlikleri değiştirmeye adamış liderlerle ortak geçmişi paylaşır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün hayatı, devrimleri ve ideallerine baktığımızda, yukarıdaki bütün devrimci liderlerle bir sürü ortak payda buluruz. Kemalizm’in, 1920’ler Türkiye’sini yeni yüzyıla taşıyan temelleri attığına kuşku yok. “Kemalist ulusçuluk”, ulusların eşitliğini ve özgürlüğünü savunur. Ulus kavramına ne “ırk” ne de “din” öğelerini sokmuştur; ulusu, “ortak geçmiş, ortak dil ve ortak kültür”e dayalı bir olgu olarak tanımlamıştır. Bu “ortak” öğeler yukarıda bahsedilen Latin Amerika devrimleri ile de örtüşür. Bolivar da, Chavez de, Marti de, Fidel de devrimlerinde bu ortak geçmiş, dil ve kültürü ısrarla kullanmış, öne çıkartmış ve yüceltmişlerdir.
Küba, Fethullah okullarına izin vermedi, Atlantik kıyılarına M. Kemal’in heykelini dikti
Kemalist “Cumhuriyetçilik”, özgürlükçü, katılımcı bir “Demokrasi” anlayışını içerir. Kemalist “Laiklik”, dine saygılı ama dinin siyasete karıştırılmasına karşıdır. Aklın ve bilimin ışığında sorunlara çözüm arayan bir toplum; akla ve bilime dayalı bir “Milli Eğitim” ön görür. Bazı kuşakların ise bir din devletinin gereklerine göre yetiştirilmesine karşıdır. Buna en güncel örnek Küba’dan verilebilir. Fettullah Gülen okullarının Küba’da açılması için yapılan başvuruya izin verilmemiştir. Küba’da “Devlet Okulları” dışında “Özel Eğitim” verilen okullar açılamaz, kurallar bu kadar net ve açıktır!
Altı İlke, devrimcidir
Kemalist “Halkçılık”, demokrasilerin “emek-sermaye” dengesine dayandığı, demokratik toplumcuların “emeği en yüce değer” ilan ettikleri bir dünyada, sınıfsal ayrıcalıkları reddeden, seçkinciliğe karşı çıkan, toplumsal düzende emeğe öncelik tanıyan bir “toplumculuk” anlayışı yansıtır. Kemalizm, şekilciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. En belirgin örneği, “Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” amacıyla gerçekleştirilen “dil devrimi”dir. Kemalist halkçılık, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı, “ayrıcalıksız, sınıfsız” bir toplum öngörüyordu. Fakat bu toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan marksist anlayışı yansıtmıyordu. Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde marksist anlamda bir “egemen sınıf” ve “işçi sınıfı” bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması yaratılmamalıydı.
Kemalist “Devletçilik”, acımasız ekonomik rekabetin yürürlükte olduğu, bazı büyük devletlerin bile ulusal ekonomiyi korumak için teknoloji üretimine doğrudan destek vermek gereğini duyduğu bir dünyada,  ekonomide özel kesime karşı olmayan, hatta destek olan, ama toplum yararının gerektirdiği durumlarda devletin devreye girmesini ve kıt kaynakların akılcı kullanımını devletin gözetmesini öngören bir temel üzerine oturtulmuştur.
Kemalist “Devrimcilik”, eskimiş kurumları değiştirip, çağın gereklerine uygun yeni kurumlar oluşturma gereksinmesinden doğmuştur. Koşullar değiştikçe, aklın ve bilimin ışığında sürekli yenilenmeyi, en iyi çözümleri bulup uygulamayı ön gören bir “sürekli devrim” anlayışına sahiptir.
Koşulların çok hızlı değişip, kurumların hızla eskidikleri bir dünyada, son 50 yılını, Kemalizm’e karşı olan, Atatürk’ün adını ağızlarından düşürmeden Atatürk’e ihanet eden iktidarların egemenliğinde geçiren; bazı kurumlarına egemen olan zihniyette 1930’ların bile gerisine düşen bir Türkiye ‘de, acaba Kemalist “Devrimcilik” eskimiş midir?
Kemalizm tıpkı sosyalizm gibi bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama sosyalizmden farklı olarak geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterince oluşmamış olduğu için ideolojinin önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki somut koşullardaki eksikliği giderme işlevini üstlenir. Burada ideoloji yine devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte ana doğrultuda aynı kalır. Ahmet Taner Kışlalı’nın yaptığı ve bizimi de katıldığımız değerlendirmeye göre, “Kemalizm’in önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla Liberalizmden; devletçilik halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de Sosyalizmden esinlendi.”
Kendi toprağına ayağını basmayan sol, ChaVez’i, Fidel’i anlayamıyor
Yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında, Türkiye’de kendisini devrimci olarak gören bireylerin Kemalizm’e karşı olması düşünülemez. Kemalist devrimin yapı taşlarıyla, Latin Amerika devrimlerinin yapı taşları ve uygulamalarındaki ortaklıkların çokluğuna rağmen, sahip çıkanların sayılarındaki ters orantı düşündürücüdür. Gerçek solcunun ayakları kendi topraklarına basar, gerçek solcu ülkesinin bağımsızlığını, aydınlığını kazandırmış fikri kimse karşısında savunmasız bırakmaz. Kemalizm’in temel prensiplerinin değerinin bilincinde olur, altı ilkeyi siyasi düşüncesinin temeline oturtur ve bu temelin üzerine bütün ilerici, sol, sosyalist fikirlerden her biri özenle seçilmiş tuğlalar koyarak vatanı için o en güzel evi inşa etmeye çalışır.
Küba Devrim’ini, Chavez’i anlayıp, sahiplenmek, yüceltmek, ama Kemalizm’i tam olarak anlamadan, “modernleşme” veya “yeni sol” adına ona karşı çıkılması, en hafif deyimle haksızlıktır. “Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!  O halde, ya istiklal ya ölüm! (Atatürk)” veya “Bağımsızlık savaşında, dışarıdan alınacak her türlü yardım, ekonomik ve politik olarak, ileride kurulacak bir ülkenin tam bağımsız olmasına engeldir (Marti)” veya “Patria o Muerte!, Venceremos! (Fidel)” sözlerini söyleyenler arasında bir fark olamaz. Ulusal Sol mirasına sahip çıkarak, bu gelenekler üzerinden yarım kalan devrimini tamamlamaya çalışanlarla, Latin Amerika’da olanları algılayıp, örnek alıp, enternasyonel dayanışma içinde Türkiye’ye modelleyen solun, “Sosyalist Cumhuriyet” yaratmak isteyenlerin, varmak istedikleri yer aynıdır; nüve, hedefler, araçlar ortaktır; karşı durulan güçler de ortaktır.
Küreselleşen emperyalizme karşı bütün dünyada yükselen ulusal akımlar, ulusal egemenliğin, tam bağımsızlığın, ulus devletin önemini daha da fazla savunmakta ve halk kitlelerinin geniş oranda kitlesel desteklerini almaktadırlar. Tek bir emperyalizmin olmaması nasıl küreselleşmede bütünlük getiremiyorsa, tek bir ulusalcılık da olmamakta ve bu nedenle her ülkenin kendi ulusalcı yaklaşımı öne çıkmaktadır.
Ulusallığını yitirip Batılılaşan sol, Kemalist Devrim’e cephe alıyor
Chavez’in gençliğindeki diğer sol akımlara yönelik “Bizim bakış açımız ve eğitimimiz onlarla uyuşmaz” eleştirisi önemli bir gerçeği işaret etmekteydi. Chavez bir solcu ve devrimciydi. Ama her şeyden önce tam bir milliyetçi ve vatanperverdi de. O’nun kahramanları hep Venezüella tarihinin derinliklerinden seçilmişti. 1960’larda ve 1970’lerdeki Venezüella solundan daha farklı bir çizgiydi bu. Ulusal sol bir çizgiydi. Chavez yıllar sonra, sadece Sovyet güdümünde olan, kendi topraklarındaki değerlerle bütünleşememiş solcular için, “Tanrıdan devrimciliğin tekelini almışa benziyorlar” demişti. Venezüella’da bu tür “sol” bugün de Chavez’e karşıdır, ama ana akım artık Chavez’in ulusal sol’udur. Türkiye’de solun ulusallığını yitirip Batılılaşması ve halktan kopmaya başlamasıyla aynı yıllarda Venezüella’da tam tersi gerçekleşiyordu. İşte iki ülke arasındaki temel fark budur. Bugün Venezuella’da sol çok güçlüdür; çünkü ulusaldır. Türkiye’de ise ne yazık ki tersi söz konusudur.
Chavez’in ve Atatürk’ün asker ve ihtilalci kökenini karalayan Amerikancılar
Chavez’i 1998 seçimlerinden önce karalamak isteyen Amerikancı ve sağcı karşıtları sürekli Chavez’in asker ve ihtilâlci kökenine vurgu yaptılar. Chavez’i “Atatürk gibi despot ve diktatör bir asker” olmakla suçladılar. Bugün de Amerikancı muhalefet sürekli Chavez’i “Atatürk gibi tek adam diktatörlüğü” kurmakla suçlamaktadır. Dünyanın neresine giderseniz gidin cepheler hep aynı. Bizim cephemizde Tupac Amaru, Bolivar, Jose Marti, Fidel, Atatürk, kurtarıcıdır. Onların cephesinde despot…
Öncelikle Küba dâhil kıtadaki bütün sol hareketlerin çıkış noktaları enternasyonalizm veya Sovyetik sol değildir. Tersine, hareketlerin ismi bile genellikle ulusal kahramanlardan veya özellikle Kızılderili motiflerinden etkilenir. Meksika’da Zapata, Nikaragua’da Sandino, Küba’da Jose Marti, Peru’dan Uruguay’a kadar bir dizi ülkede Kızılderili isyancısı Tupac Amaru ve son olarak Simon Bolivar… Hemen hemen her ülkede sol hareketler Marksist-Leninist ideolojiyi savunurken bile kendini ulusal bir liderle özdeşleştirir.
Chavez de, Fidel de tarihlerinden gelen liderleri yücelterek, onların yaptıklarını devralıp, büyüterek devrimlerini taçlandırmışlarsa, Kemalizm’in de bunu çoktan hakettiğine şüphe yoktur. Söz konusu dönemler ve liderler karşılaştırıldığında bir fark göze çarpar: 1938’de, Atatürk’ün ölümünün hemen ertesinde Türkiye’de bir dönüşüm başlar; devrim kan kaybeder. İstikrar denen olgu, “Devrim”de değil, başka yerlerde aranır. Günümüze gelene değin, bir çok “yönetici” çıkartan bu topraklar, 1923’de atılan “Devrim” tohumlarını yeşertecek, kökleştirecek, devrimciliği yeni nesillere ve günümüze, kayıtsız ve şartsız taşıyacak, Fidel gibi Marti’nin mirasını devralan, yeni “etkileyici bir lider” çıkartamamıştır. Fidel’in çevresinde, başından beri onu bütünüyle anlayan, aynı ülküyü eksiksiz paylaşan bir küme insan olmasına karşılık, Atatürk tek ve yalnızdı; buna bir de devrim karşıtlarını, batı özentilerini, destekçilerini ekleyince, sonuç günümüz koşulları oldu.
Hemen, şimdi bir “Fidel” gerekli!
Kaynakca:
Venezüella ile Dayanışma Platformu yazıları
Jose Marti Küba Dostluk Derneği yayınları
Deniz Gezmiş’in Devrim gazetesine verdiği röportaj (23/12/1969)
Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın kitapları
“Marti’den Atatürk’e ve Fidel’e…”, Cüneyt Göksu, Cumhuriyet Strateji, 22/12/2008

0 comments on “BOLİVAR’DAN CHAVEZ’E, MARTİ’DEN FİDEL’E VE ATATÜRK’E

Bir Cevap Yazın