Son üç ayımızı toz duman arasında ülkenin kaderini etkileyecek bir referandum süreciyle geçirdik. Parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilen Türk tipi başkanlık sistemine geçiş için yapılan referandum öncesinde, Haziran seçimleri sonrasında bir türlü ortaya çıkmayan ilginç siyasi koalisyonlarla yürütülen bir propaganda dönemine şahit olduk. Bir sertleşip bir yumuşayan söylemlerin, siyasi iletişim alanındaki yaklaşım ve kuramların, “evet” tarafı lehine açık bir şekilde adaletsiz bir seçim sürecinin etkisi altında neredeyse toplumun çok kısıtlı bir kesimi neye karar vermekte olduğunun farkına varabildi. Korku ve tedirginlik dalgalarının etkisi altında perde altına çekilen akılcılığın yerine duygular ve bilinçaltı dünyasının kompleksleriyle netice alınan bir siyasi deneyin kobayları gibiydik. Geçmiş hayallerle gelecek hülyaları, şimdiye ilişkin umudun buharıyla var olduğumuz ülkenin gerçekliği arasında bölünen kişiliklerimiz taraftarla uzlaşmacı, saf değiştirenle bırakıp gitmek isteyen, delicesine umutsuzla kırıp dökmek isteyen parçalara bölünüp kendi arasında bitmek tükenmez bir çekişmeye girişti. Sonuçta referandumdan her iki taraf için de farklı yönleriyle kekremsi ve tartışmalı bir sonuç ortaya çıkınca ”Millet’in ne demek istediği” hakkında bitip tükenmek bilmeyen yorumlarla, geçiş döneminin bilinmezlikleriyle ve ne yazık ki KHK’ların nereye ihraç ettiği bilinmeyen dostların gönlümüze ithal kırıklıklarıyla bugüne geldik.
Geçen zaman içinde en fazla dikkatimi çeken durumlardan birisini oluşturan “otuz büyükşehirden on yedisinde” aşırı baskın bir seçim stratejisine rağmen -kimilerinde az bir farkla da olsa- “hayır” çıkmasını bir süredir değerlendirmek istiyorum. Aslında, bizim gibi büyük kentlerin planlanması, yönetimi ve toplumsal yapısı arasındaki çapraşık ilişkileri yorumlamaya çalışan pratikten gelen akademisyenler için gözlemlerle rivayetlerin, kuramla sonuçların bir arada değerlendirilmesini gerektiren bir özgünlük içeriyor bu durum. Kuşkusuz büyükşehirlerde referandumdan çıkan durumu konjonktürel unsurlardan (iktisadi durgunluk, Orta Doğuda değişen jeopolitik dengeler ve terör gibi) tamamen yalıtarak ve abartarak ele almak doğru olmayabilir. Ancak, yine de yeni oluşturulan büyükşehirlerle çoğunluğu eski büyükşehirleri içeren ciddi bir nüfusun propaganda makinesinin işaret ettiği yönün tersine mesafe alması üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü “dip dalgası” gibi ayarı kaçmış ifadeler bir yana, büyükşehirlerin sosyo-mekânsal ve sosyo-politik değişkenlerinin uzun zamandan beri ilk kez merkezi siyasal alandan ayrışmasına sebep olabilecek bir dinamikle iç içe olduğunu düşünecek bazı verilerin görünür hale geldiğini kanısındayım. Bu verilerin bir kısmı bir süredir ortada olmasına rağmen konjonktürel unsurların etkisi ile beklenmeyen bir farkındalıkla hissedilmeye başlandı. Açıkçası, Büyükşehir sınırlarının il sınırlarına genişletildiği yeni büyükşehir yasasından sonra, ulusal siyasete benzeşme eğilimleri artan büyük kentler için bu yeni bir olgu diye düşünüyorum.
Esasen, Türkiye’de son otuz yılda büyük kentlerin toplumsal dinamiklerinin çok büyük ölçüde siyasal sistemi belirleyecek etkiler yarattığını ifade ederek başlamak gerekiyor. 1980 darbesinin hemen sonrasında yönetime gelen ve neo-liberal politikaların ilk dalgasının sürücüsü ANAP kadrolarının hızla yeni kurulan büyükşehir belediyelerinde iktidara gelmeleri ve yine çöküşlerinin aynı büyükşehirlerde başlaması pek net olmasa da hatırlanan önemli bir ayrıntı olarak tarih kitaplarında kayıtlı. 1980’lerin ortalarında yeni kurulan büyükşehir sisteminin belediye başkanlarını çıkaran ANAP iktidarında, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyükşehirlerde kentte gerçekleştirilen çok büyük altyapı projeleriyle, kentlerin etrafını saran gecekondu alanları için çıkarılan gecekondu aflarının ve ıslah imar planlarının birbirlerine koşut olarak yürütüldüklerini hatırlıyoruz. Ancak, gerek o dönemin gayrimenkul kökenli sermaye birikiminin beklenen seviyede olmaması gerekse gecekondularda yaşayan ve henüz kentle eklemlenme olanağı bulamamış kesimlerin siyasal mobilizasyonu için uygun kanalların olmaması ve dolayısıyla gecekondu sakinlerinin taleplerini siyasete taşıyacak popülizmin ANAP tarafından üretilememesi ve ANAP’ın Turgut Özal’ın ailesi ve prensleri etrafında dönen bir yolsuzluk çemberinin toplumda ciddi rahatsızlık yaratması sebebiyle kısa sürede büyükşehirlerde bayrak belki ikinci sosyal demokrat belediyecilik dönemi denilebilecek bir anlayışa, SHP belediyeciliğine teslim edildi. Sosyal demokratların aynı neo-liberal dalgayı biraz sosyal adalet sosuna bulayarak ve kentsel altyapı yatırımlarını sürdürerek ele alması ancak bir dönem dayandı. Özellikle İSKİ skandalıyla başlayan bir toplumsal rahatsızlık dalgası koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlığı altında bir çığ gibi büyüdü ve bu çığın altında ilk kalan da sosyal demokrat belediyecilik oldu.
1990’ların ortalarında gelindiğinde, hiç beklenmedik bir biçimde o güne kadar çok marjinal ve azınlıkta bir hareket olarak görülen Milli Görüş, büyük kentlerde yönetimi kazandı. Bu değişiklik üzerine bugüne kadar çok fazla spekülasyon yapılmış olsa da ben pek vurgulanmayan bir kısmına işaret etmek istiyorum. 1980’ler ve 1990’ların ilk yarısında gecekondu afları ve ıslah imar planlarıyla ortaya çıkan, yap-satçı müteahhitler eliyle yürütülen apartmanlaşma dönüşümünde ağırlıklı olarak geleneksel kültürel anlayışa sahip gecekondu sakinleri belli bir sermaye birikimi elde etmeye başladılar. Bu sermaye birikiminin siyasal temsiliyeti konusundaki boşluğu bir şekilde doğal olarak sezen Refah Partisi kadrolarının neredeyse kapı kapı dolaşarak ve liberal söylemlerle karıştırarak ustalıklı bir şekilde oluşturdukları İslamcı söylemi kullanarak başarıya ulaştığını söylemek mümkün. O dönemden itibaren birçok büyük kentte gecekondudan dönüşen ilçelerin bu sebeple muhafazakâr görüşün kalesi olarak adlandırılması da bununla ilişkili görülebilir. Sonrasında laik-İslamcı geriliminden beslenen, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi çizgilerinde belirgin hale gelen muhafazakâr yaşam biçiminin, bir şekilde kentlerde fiziksel olarak görünür, sembolik olarak seçilir hale gelmesi aynı zamanda “muhafazakârlığın kentleşmesi” ya da “muhafazakârlığın gayri-kentleşmesi” olarak da okunabilir.
Muhafazakâr sermayenin kentleşmesi ya da gayri-kentleşmesi olarak adlandırdığım bu süreçte, büyük kentlerde bir yandan beklenen hızla ilerlemeyen büyük yatırımlarla kamusal alanın parçalanması ve ufalanması süreci bir arada yaşanıyor son on yıldır. Öncelikle büyük yatırımlar tarafına bakalım. 2000’li yılların başında yapılan yerel yönetim reformlarıyla birlikte özellikle büyükşehir belediyelerinin kentlerde büyük altyapı, ulaşım ve dönüşüm projelerini sürdürmeleri bekleniyordu. Ancak, genişleyen hizmet alanları kaynak sıkıntısına sebep olurken yarışmacı ve rekabetçi kent söylemleri arasında kentlerin içinde yaşayan özellikle muhafazakâr sakinlerini bir araya toplayacak bir vizyon üretemediklerini gördük. Muhafazakâr değerler etrafında kenti yeniden üretmek isteyen proje ve hizmetlerin ise daha çok sembolik yanı ağır basan, büyük nüfus kitlelerinin gelişen ihtiyaçlarına yanıt vermeyen bir yaklaşımla yürütüldükleri söylenebilir. Özellikle bütün dünyada gelişen yerel yönetim uygulamalarının Türkiye’ye hızla girdikten sonra bir türlü etkin araçlar haline gelememelerini bu kapsamda değerlendirebiliriz. Örneğin kent bilgi sistemlerine ilişkin çok ciddi kaynak harcanmasına rağmen bu sistemler birer kent rehberi olmanın ötesine çok da geçememektedir. Zaten, bu durumu çabuk fark eden Adalet ve Kalkınma Partisi de beklenmedik bir refleksle, 2007’den itibaren yapılan bir dizi yasal değişiklikle, yerel yönetimlere verilen yetkileri deneysel bir yaklaşımla geri almaya başlamıştı. TOKİ, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı gibi birçok merkezi yönetim kurumu, yerel yönetimlerden devredilen yetkilerle, çok ciddi ulaşım, konut ve altyapı yatırımlarına giriştiler. Ancak, burada da yerel ihtiyaçları dikkate almayan, çoğu zaman tekdüze ve fakirleşen bir yaşam biçimini simgeleyen çabalar olarak merkezi yönetim kurumları eleştiri konusu oldular. İlk başlarda 1990’lardan beri hizmet görünürlüğü açısından belli bir açlık içerisinde bulunan muhafazakâr kesimler için bu yatırımların faaliyeti ve “görünürlüğü” yeterli gibiydi. Ancak, belli bir süre sonrasında bu yetersiz kalmaya başladı. Neredeyse tüm kesimlerde bir şekilde İlhan Tekeli’nin de belirttiği gibi “hizmetin ötesinde” bir şeyler talep edilmeye, ya da bu talep hissedilmeye başlandı. Bu talebe karşın Davutoğlu ve çevresinin ürettikleri romantik, geçmişe öykünen “Selçuklu-Osmanlı” tarzı kentleşme ve mimarlık söylemi de hiçbir zaman süslemenin ötesine geçemedi ve muafalar kitlenin can-ı gönülden benimseyebileceği bir kamusal alan üretemedi. Dücane Cündioğlu gibi bazı yazarların eleştirileri bu çerçevede değerlendirilebilir.
Aslında bu talep tam olarak adı konmamış olsa da kentsel yaşamda kamusal alanlarla çok yakından ilgili gibi görünüyor. Büyük yatırımların yanı sıra, 2010’lar sonrasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gibi süper yetkili bakanlıklar ve il sınırlarına dayanan büyükşehirler gibi araçlarla kentler üzerinden yürütülen otoriter-popülist yatırım dalgası sürdürülmeye çalışıldı. Bu amaçla da sıklıkla kentlerdeki mevcut kamusal alanlara müdahale edilmeye başlandı. Bu müdahale hem Gezi Parkı gibi somut mekânlara, hem de devlet dairelerindeki liyakat değerleri gibi somut olmayan kamusal geleneklere yapılıyordu. Neticede Gezi Parkında kamusal alanlara somut müdahaleler, 15 Temmuzda da liyakat karşıtı müdahaleler karşısında halk sokağa indi ve tepki gösterdi. Bu tepkilerin belli bir kentleşme ve kentsel sosyal altyapı ifadesi olduğunu da söylemek gerekli. Bir yandan yapılan avm, toplu konut ve ulaşım yatırımları kentlerin o güne kadar kapalı kısımlarını kamusal alanlara açan bir etki yarattı. Özellikle muhafazakâr sermaye sahiplerinin ikinci ve üçüncü kuşakları kentlerin tüm kamusal alanlarında var olmak için kentteki tüm gündelik yaşam biçimleriyle eklemlenen bir yola girdiler. Çocukları survivorda yarışsın, olimpiyatlara girsin, avm’ye gidebilsin diye türlü fedakârlıklara giren ailelerin şahsında bu dönüşümü izlemek mümkün. Ya da izdivaç programlarında geleneksel ahlakla bağdaşması kesinlikle mümkün olmayan başörtülü genç kızların sırf instagram takipçilerinin sayısı üzerinden para kazanması sebebiyle meşru görülmeleri gibi. İlk başlarda içki içilen kamusal alanlara müdahale edilmesine ses çıkarmayan muhafazakâr kesimleri için özellikle son beş yıldır ilginç bir dönüşüm yaşanıyor. Artık eriştikleri, gündelik yaşamlarının bir parçası haline getirdikleri ve içselleştirdikleri kamusal alanların parçalanması, komünalleşmesi, özelleşmesi ve bayağılaşmasını yadırgıyorlar. İstiklal Caddesinde olanlara, Kızılay’da kapanan dükkânlara en az diğer kesimler kadar şaşkınlıkla bakıyorlar. Dahası, kamusal alanlara onlar için, onlar adına yapılan müdahaleler karşısında da farklı sorgulamalar içindeler. Geçenlerde Ankara’da Posta Caddesinde (geleneksel merkez Ulusta hırdavatçı ağırlıklı bir merkezi iş alanı) mütedeyyin bir elektrik malzemeleri satıcısıyla yaptığım bir sohbet bunun sinyali gibi. Gençlik Parkının yanına yapılan camiyi kullanıp kullanmadığını sordum. Kullanmadığını söyledi sinirli bir şekilde. Sonra etrafta zaten onlarca mescit, küçük tarihi cami olduğunu, cami olmadan önce orada olan çarşı ve otoparktan dolayı daha canlı bir iş hacmi olduğundan bahsetti. Ayrıca, yeni camiye etraftaki devlet kuruluşlarından daha çok gösteriş için gelindiğinden dert yandı.
Kamusal alanların toplum tarafından pek de anlaşılmayan varlık fonu, gelir garantili kamu-özel işbirliği gibi modellerle değiştirilmesi süreci hem kentte yaşayan kitlelerin gündelik yaşamında görünür bir iyileştirme sağlamamaya hem de yaşam maliyetlerini arttırmaya başladı. Yapılan toplu konut ve hasılat paylaşım modelli rezidansların büyük kentlerde oturulabilir bir konutun fiyatını en az üç yüz bin liralara taşıması, yapılan tüm yol yatırımlarına rağmen araç fiyatlarının vergi ve diğer sebeplerle çok hızlı artması ve buna karşın reel ücretlerin artmak bir yana gerilemesi bu durumun bazı göstergeleri olarak ele alınabilir. Çoğu otomobil ağırlıklı ulaşım politikalarının uygulandığı büyük kentlerde artık kışın araç sayısının çokluğu, yazın da bozulduğu için tamire alınan kapalı yollar sebebiyle trafik sorunlarının yaşanması, merkezi hükümetin kaynakların büyük bir kısmını İstanbul’a ayırması sonucunda diğer kentlerde göreli bir yoksunluğun hissedilmesi gibi unsurlar da buna dâhil edilebilir. Tabi tüm bunlar karşısında kentte yaşayanların eksik kamusallık olarak adlandırılabilecek bir stratejiyle sürekli yatırıma ve müdahaleye muhtaç kılınan açık ve yeşil alanlarda yaşama mahkûm edilmesi siyasal temsiliyet ve katılım sorunlarını da beraberinde getirmekte. Bireyci değil kollektif davranış biçimlerini tercih ettiği varsayılan muhafazakâr ikinci ve üçüncü kuşakların bireyci davranmayı öğrenmesi olağan siyasal temsiliyet mekanizmalarındaki eksiklikleri de daha fazla görünür hale getiriyor. Üç-dört dönem aynı belediye başkanına mahkûm olmayı kendine yediremeyen ve açıkça eleştiren genç bir kitlenin yakınmalarını duymak her zamankinden daha kolay hale geldi. Orta-alt gelir gruplarının yaşadığı yerlerde belediye meclis üyelerine ve belediye başkanlarına ulaşmak giderek zorlaşırken bir nevi temsiliyet vakumları ortaya çıkıyor. Adı katılım olmasa da kent konseyi gibi yapılar altında belli bir yönetsel ciddiyet arayışında olanların da azımsanmayacak olduklarını eklemek gerekli. Tabi bu arayışların bir kısmının “Reis” kültü etrafında komplo teorileriyle bir arada tutulmaları mümkün. Ama iletişim araçlarını kullanan dünyayı yakından izleyen gençlerin önemli bir kısmı başka dünyaların olduğunu biliyor ve talep ediyor.
Bu analizi siyaset sosyolojisi açısından uzatmak mümkün. Ama şunu da görmemiz gerekiyor. Ortaya çıkan tepkiselliğin açık ve katı bir “hayır”dan çok eski Yeşilçam filmlerindeki bir “Naayır”a benzerliği daha fazla. Bununla şunu anlatmak istiyorum. Duygusallık dozu yüksek, gündelik hayat kaynaklı bir dizi talebin etkin olduğu bir arayış söz konusu. Bu arayışın doğasını anlamak ve anlatmak, Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli diye düşünüyorum. Çünkü bu arayış, çok uzun bir süredir kutuplaşmış Türkiye’nin farklı kesimlerinin kentleşme süreçleri içerisinde bir araya getirme potansiyeli taşıyor. Bunun için de mevcut olandan daha farklı siyasal kategorilere ya da ortaklaşmalara ihtiyacımız var. Ben burada “kentli” ya da”şehirli”-hangisini kullanırsak kullanalım- yaşam biçimine dayanan bir ortaklaşmanın önemine inanıyorum. İnsanların kullandığı emeğin biçimine ya da sahip oldukları sermayenin türüne göre değil, kent olarak adlandırılan bütünü var etmede içinde bulundukları konumun, değerlerin, kullandıkları emeğin anlam kazanacağı bir durumun önemini görüyorum. Günü geldiğinde “bu meydana yapacağın proje benim varlığımla anlam kazanıyor, ben olmazsam anlamı kalmaz” ya da “senin elde edeceğin rantın benim satın alma ihtimalim olmazsa anlamı kalmaz” türü bir çıkışın bizi bir araya getireceği bir dünya mümkün mü diye sormadan edemiyorum. Bizim gibi tasarım dünyasına bakan meslek insanlarının bu potansiyeli görmesi ve kullanması önümüzdeki yılların Türkiye’si için bir umut olabilir mi? Bekleyip, eyleyip görmeli…
0 comments on “BÜYÜKŞEHİRLER REFERANDUM DA NEDEN “NAAYIR” DEDİ?”