İsmail Kahraman’ın ağzından dökülen sözler AKP’nin pasif devriminde sıranın rejim değişikliğine geldiğini gösteriyor. Gerçi gelen tepkilerin yoğunluğu nedeniyle Erdoğan ortamı yumuşatan bir açıklama yaparak konuyu şimdilik kapattı. Ama son yıllarda iyice yoğunlaşan karşı devrimci eğilim laik cumhuriyet ve Atatürk mirasına karşı alerjinin iktidar partisinin ideolojik koordinatları içerisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu kanıtlar nitelikte. İçini boşalttıkları laik rejimin adını değiştirmeleri AKP’nin nihai amacı. Bu amacı gerçekleştirmek yolunda TBMM Başkanının sözlerinde olduğu üzere arada bir nabız yoklanacak, ilk uygun fırsatta laikliğe karşı dindar anayasa seçeneğiyle karşı karşıya kalacağız. Tam bu noktada gerçekten de laiklik kaldırılabilir mi sorusunu büyük bir açık yüreklilikle kendimize sormamız gerekiyor. O kadarı da mümkün değil diye düşünüyorsanız mümkün olmayan pek çok şeyin gerçekleştiğine tanıklık ettiğimiz son on yılı hatırlatmak isterim size. Artık ülkenin Cumhurbaşkanı 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim gibi günlerde hasta oluyor. Anıtkabir’e gitmeyen ve Çankaya Köşkünde oturmayan bir Cumhurbaşkanımız var. 23 Nisan yerine kutlu doğumu kutluyoruz bir süredir. Kurtuluş Savaşının yerini Çanakkale Savaşı almış durumda ve Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal yokmuş gibi anlatılıyor. Ayrıca TRT’de Atatürk’e diktatör diyen belgeseller izliyoruz. Okullar andımız yerine dualarla açılmakta. Kız çocukları erken yaşlarda evlendiriliyor ve türban artık ilkokulda dahi kullanılmakta. Fikri hür, vicdanı hür nesiller yerine dindar nesil yetiştirmek istiyor devlet. Vakıf kisvesiyle örgütlenen tarikatlar bahsi geçen amacın bir gereği olarak Milli Eğitim içerisinde ayrıcalıklı bir konuma sahipler. Mesela yurtlar tarikatlara emanet. Fakir öğrenciler bilhassa, bizi her gün biraz daha fazla S. Arabistan veya İran seviyesine indiren bir anlayışla yetiştirilmekte. Tüm bunlar oldu. Arkalarındaki halk desteği devam ettiği müddetçe, mevcut iktidar neden daha fazlası için adım atmaktan sakınsın ki kendisini?
Öncelikle iki tespitle tartışmayı derinleştirebiliriz: Siyasi gündemin laiklik gerekli mi değil mi seviyesine kadar gerilemiş olması Türkiye’nin modern dünyadan ne kadar da uzaklaştığını gösteriyor. Laiklik hukukun üstünlüğüne bağlı liberal bir demokrasi için kurumsal ve tarihsel anlamda vazgeçilmez nitelikte bir koşul. Şüphesiz ki laiklik demokrasi için yeterli değil. Ama laik olmadan demokratik bir rejim de söz konusu olamıyor. AKP Türkiye’sinde gündemin laiklik çevresinde seyrediyor olması gerçeği bu toplumun siyasal birikimdeki erozyonun geldiği yeri karakterize ediyor. Ama bu haklı tespit Türkiye laikliğindeki arızalı durumu görmezden gelmemize yol açmamalı şüphesiz ki. Birikim, Radikal ve Taraf yazarları temel ilkesi laiklik olan Atatürk Devrimlerinin çağdaş bir demokrasi için gerekli olan kurumsal yapıyı inşa ettiğini ve bu deneyimin özellikle halkının çoğu Müslüman bir ülke için benzersiz nitelikte sonuçlar doğurduğunu anlayamadı bir türlü. Özellikle kadın-erkek eşitliği konusunda yaşanan değişim hala Türkiye’yi her hangi bir başka İslam ülkesinden ayırt eden en önemli unsur. Bu olumlu konuma rağmen Atatürk’ün rejimi laik değildi. Sünni İslam onun kurduğu cumhuriyette de devletin parçası olmaya devam etti. Şeyhülislamlık yerini Diyanet’e bıraktı. Bu tabela değişikliği laikliğin gerçek anlamı, yani kurumlar düzeyinde devlet ve dinin birbirinden ayırt edilmesi ilkesinin çok gerisinde ve dışında bir uygulamayı karakterize ediyordu. Hikayenin geriye kalan kısmı ise yakın dönem Türkiye tarihine karşılık gelmekte. Devlet ile Sünni İslam’ın iç içe geçtiği bir yapısal kertede devlet demokratikleştikçe İslam’a daha da yaklaştı. Erdoğan’ın askeri ve bürokratik vesayeti kaldıran büyük hamlesiyle Türkiye Cumhuriyetinin bir İslam Devleti olarak kendini yeniden örgütlenmesi önündeki fiili engel de ortadan kalkmış oldu. Hükümet biçiminde nasıl fiili durumla hukuki durum arasında bir çelişki varsa bu mesele de var. Şöyle ki aslında ülkeyi Erdoğan yönetiyor. Erdoğan hala AKP’nin genel başkanı aynı zamanda. Ama anayasaya göre cumhurbaşkanı tarafsız ve partiler üstü bir konumda olmalı. Türkiye’de parlamenter sistem yürürlükte. Laiklik hususunda da benzeri bir garabet içerisindeyiz. Devlet din devleti gibi davranıyor. Memurlar Cuma’ya gidiyor. Mesai saatleri onların namaz saatlerine göre ayarlanmakta. Okullarda sayısız din dersi var. İmam-Hatip okulları Türk Milli Eğitiminin istisnası olmaktan çıkarak kuralı haline geldi. Ama kağıt üstünde Türkiye laik bir ülke.
AKP’deki laiklik karşıtı tutumu sadece İslamcı anlayışın tarihsel misyonu bağlamında yorumlamak eksik sonuçlar doğurur şüphesiz ki. İslamileşme bahsi geçen partinin asıl ajandası. Ancak ideolojik tartışmaya paralel giden bir reel politik gündem de var. Bahsi geçen gündemin en tepesinde ise başkanlık modeli yer alıyor. Erdoğan’ın amacı kendi atipik konumunu hukuksal bir çerçevenin içerisine alarak rejim bunalımını ortadan kaldırmak. Yalnız bu amacı hayata geçirmekte çok da başarılı değil yürütülen politikalar. 2011’den beri denenen formüller -kasetler aracılığıyla MHP’yi baraj altında bırakmak ve çözüm süreci yoluyla HDP’yi başkanlığa ikna etmek- kendisinden beklenen sonuçları vermedi. Ayrıca Gezi olayları ile 17-25 Aralık süreci iktidarın başkanlık yolunda zaman ve enerji kaybetmesine yol açtı. Bir de tabii başkanlığın muhafazakar seçmende yeterince güçlü bir karşılığı yok. Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı yolunda oy verenlerin tamamı bile başkanlığa rıza göstermiyor. İşte tam da bu noktada dindar anayasa seçeneği kritik bir öneme sahip. Yeni anayasada başkanlığı dindarlığın arkasında saklayarak hayata geçirmeye çalışmak meclis ve referandum aşamalarında AKP’nin elini güçlendirebilir. Peki, neden bu yol tercih edilmiyor? Erdoğan’ın en iyi yaptığı şey kriz çıkarmak, kutuplaştırmayı arttırarak kendini dindar çoğunluk gözünde mağdur kurtarıcı pozisyonuna yerleştirmek değil mi? Mesela bu bağlamda İsmail Kahraman’ın sözlerine Erdoğan’dan bir düzeltme gelmesi ve Cumhurbaşkanımızın kendisinden görmeye çok da alışık olmadığımız üzere ortamı yatıştırmaya çalışması tuhaf değil mi?
Kanımca Erdoğan’ı dindar anayasa kartını henüz oynamaktan alıkoyan iki mesele var: Bu hususlardan ilki dış konjonktürle ilgili. Dışarıda AKP ve Erdoğan aleyhine bir itibarsızlaştırma kampanyası sürüp gitmekte. AKP ile IŞİD arasında özdeşlik kuran pek çok yazı, yorum ve hatırlatma Batılı kamuoyunun hakim bakış açısını yansıtıyor. Böyle bir ortamda anayasadan laikliği çıkarmak AKP’ye olan dış desteğin hemen tümüyle dibe vurmasına ve Batıdan (AB ve NATO) gibi kurumlar düzeyinde yaptırımların devreye girmesine yol açabilir. İçeride ise cemaat tehlikesine dikkat çekilebilir. AKP cemaati tasfiye edebilmek için Kemalist kesime yönelmiş davalarda geçmişten tümüyle farklı bir pozisyona kaydı. Ergenekon ve Balyoz başta olmak üzere pek çok yargılama sanıkların beraatı ile sonuçlandı. Dahası AKP ile ordu bu yeni konjonktürde anlaşmış durumda. Laiklikle ilgili adım atmak devlet içerisindeki Kemalist bürokrasiyi (özelikle yargı ve orduda belli bir ağırlığı olan) bugünkü ılımlı konumundan çıkarıp AKP karşıtı bir pozisyona itebilir. Bazı üniversitelere yapılan rektör atamaları ile Yargıtay/Danıştay gibi kurumlardaki başkanlık seçimlerine bakıldığında AKP’nin cemaati ancak Kemalistler işbirliği yaparak etkisiz hale getirebildiğini görüyoruz. Kemalist kesimlerle laiklik yüzünden aranın tekrar açılması cemaatin toparlanmasına ve Erdoğan aleyhine sonuçlar doğuracak şekilde devlet krizinin derinleşmesine yol açacaktır.
Geldiğimiz nokta bakımından Erdoğan AKP’si için bir tutsak ikilemi durumu söz konusu. Laikliğe karşılar. Yeni Türkiye laikliğin olmadığı, dindarlık vurgusuyla devlet ile millet arasındaki boşluğun hemen tümüyle kapandığı bir ülke olmalı. Ayrıca başkanlık için laiklik-İslam ekseninde dönecek bir tartışma çok işlevsel. Ama dış konjonktür ve devlet içi dengeler laikliği kaldırmakla sonuçlanacak bir adımı şu an için imkansız kılıyor.
0 comments on “DEVRİM VE KARŞI DEVRİM”