18.yüzyılda Sirvac ilk bisikletini yaptığında ne pedalı vardı ne de freni. Sadece iki tekerleği olan aracı, el ve ayaklarınızın yerden aldığı kuvvetle iterek hareket ettirebilirdiniz. Kas gücünüzün dışında hızı yaşamak için tek şansınız ise sıkı bir yokuştan aşağıya kendinizi bırakmaktı. Böyle bir durumda Sirvac bisikleti ile hızlı gidip genç ölmek garantiydi. Sadece tekerleklerin ve itme gücünüzün yardımıyla gittiğiniz yol sizin yaşam yolunuzdu. 19.yüzyılın ortalarında ise, Van Anden Dexter ön tekerleğin pedal yardımıyla çevrilerek, ayakların hareket esnasında sabit kalabildiği “velespiti” medeniyete kazandırır. Artık iki tekerleklilerin durdurulamaz yükselişi başlamıştır: Tahta tekerleklerden ipek yanaklı lastiklere, önden pedallılardan titanyum kadrolara…
Van Anden Dexter’ın velespiti yolları arşınlamaya başladığı dönemlerde ise kayıt teknolojisi, Edison’un 1877’de ilk insan sesini teneke bir silindir üzerine “Marry Had a Lamb”i kaydetmesiyle başlar. Aynı yıllarda Berliner, gramofonu bularak müzik sanatının seyrini değiştirecek en önemli buluşlardan birini gerçekleştirir. Dünyamızın küreselliği, çemberler ve silindirlerle bir anlam kazanmıştır. Seksenlerin başında ise CD’ye yüklenmiş ezgiler (Compact Disc) kulaklarımıza dolmaya başlar; doksanların ortalarında ise velespitler disk frenlerine kavuşur. Diskler ile her şey değişmiştir. Yokuşlar daha hızlı ve güvenli; sesler daha temiz ve dijital. Müzik, disklerin 0/1 kodlarıyla işlenmesiyle birlikte, çok daha hızlı yollarla küresel ölçekte yayılabilme gücüne doksanlarda erişir.
Durmaksızın ilerleyen velespit ve kayıt teknolojisi, yokuş aşağıya hızla inen bir insanın korkusunu azaltmaya başlamıştır. Fakat bunlardan biri vardır ki bu hızlı endüstriyel ve teknoloji-yoğun gidişattan ötürü hem takla atacak aşamaya hem de uçacak duruma gelmiştir. Hafifleyen kadroları, “kemik sarsmayan”[1] süspansiyonları, dik yokuşlara meydan okuyan disk frenleri ile velespitler, kas gücünü özgürlükle çarpıp güvenlikle toplarken; hızını kavrayamadığımız bir şekilde üretilen, kaydedilen ve yayılan müzik, gönülleri ve kulakları dik yokuşlarda zorlu sınavlara tabi tutmaya başlamıştır. Müzik, dinleyiciye seslenir: “Ne [hızlı “indirmeli”] ne de ağır. Ölçüyü bulmak gerek; bu yokuşun ölçüsünü…[2]” Dinlemediğimiz tonlarca müzisyenden doğma, Audio CD’den sıkışma MP3’ün arasında ne arıyoruz? Çok mu hızlı in[dir]iyoruz, yoksa yuvarlanmakta mıyız kültür sermayelerin üzerinde?
Müzik dinlemek bir “zanaata” dönüşmüştür: Hiç olmadığı kadar gönül açıklığı, deneyim ve nitelikli “içtenlik” gerektiren bir zanaat. Doksanlara kadar, kendi ayakları, el yordamı, göz nuru ile müziğin peşine düşmeyi bilen dinleyici, hiç olmadığı kadar yoğun, hazmedemeyeceği denli fazla üreten bir müzik endüstrisi ve de teknolojinin, özellikle İnternetin içinde bulmuştur kendini. “İnternet öncesinde de herhangi bireyin hazmedemeyeceği kadar bilgi ve kültürel malzeme mevcuttu”[3]. Fakat son on beş yıldır, “iyi” müziği aramak, ona ulaşmak ve hazmetmek için emek yoğun çalışmak sık karşılaşılmayan bir zanaattır artık. Müzik dinlemenin “nostaljikleştirilmesi” ya da “geçmişe duyulan özlem hastalığı”[4]değil burada bahsedilen. Bir müzikseverin kendi dâhil tüm severleri “dinlemeye” ve “gönlünü açmaya” davet etmesidir aslında.
Odyofillerin (audiophile) elde etmek için delirdikleri analog cihazlarda müzik dinlemenin hazzını anlayabiliyorum. Birçok insanın bu hazdan mahrum kalacağını da biliyorum. Çünkü anlaşılması çok güç başka bir endüstriden ve ciddi bir alım gücünden bahsediyoruz burada. Plakların karşı konulmaz sesi, cazibesi ve hazzından kaynaklanan açlığın karşısına “sayısız sıkıştırılmış müzik dosyası” koyduğumuzda ortaya çıkan tablonun üzerine de düşünmek gerekir. Bugünün “iç sıkıntısı” açlığa değil mahrumiyete bir tepkidir ama bu mahrumiyet, elimizde olmayanlardan kaynaklanan değil içine girmekten mahrum kaldığımız tonlarca ezgidendir. Nitelikli içtenlikle müzik dinlemekten bahsediyorum.
Yaşlarımız o kadar da ilerlememişken, Ankara Karanfil Sokak’ta Hayri Plak’tan kaset çektirdiğimiz, şarkı sözlerini fotokopi olarak edindiğimiz, bunların üstüne yaptığımız sohbetleri hatırlıyor olmak nostaljiden ötedir. İnternet sayesinde ulaşıp da dinlediğimiz tonlarca güzel müziğe ihanet etmeyelim. Artık kendi ayaklarımızla itmiyoruz velespiti; hiç durmadan da sabit ve yuvarlak disklerimize bir şeyler indiriyoruz. Üzerlerine konuşma kısmını kaçırıyor muyuz diye endişe etme zamanı ise geldi de geçiyor. Hazmetmenin aşk ve emek gerektirdiği onlarca albümü tek başımıza odamızda indirmenin keyfini sürerken, işte tam da bu nedenle müzik dinlemenin artık bir zanaata dönüştüğünü iddia ediyorum.
Kısaca müzik dinlemek bir zanaattır artık…
[1] Tahta tekerlerden yapılan bisiklet o denli insan bedenini sarsardı ki o dönemde “kemik sallayıcı” (bone shaker) olarak tarif edilirdi.
[2] Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı.
[3] Simon Reynolds, Retromania: Pop Culture’s Addiction to Its OwnPast.
[4]SvetlanaBorm,Nostaljinin Geleceği.
0 comments on “DİNLE, SARSIL, ANLA…”