Üç ödül birden aldınız. Kitabınızı yazdıktan sonra bu üç ödülü kazanmayı hayal etmiş miydiniz?
Hiç hayal etmemiştim gerçekten. Tüm samimiyetimle söylüyorum, hatta bırakın ödülü hayal etmeyi; kendime “kitabım çok uçuk ve hayal mahsulü oldu, keşke ayaklarım biraz yere değseydi” dedim. Kendi kendimi eleştirmiştim; ama bir açıdan da içim çok rahattı. İnanır mısınız, yazarken hiç düzeltme yapmadım. Masanın başına oturdum; her bir bölümü, her bir sayfayı o anda kaç sözcük gerekiyorsa, hangi noktalama işareti gerekiyorsa öyle yazıp çıktım. İlk defa böyle bir çalışmanın içerisinde bulunuyorum. Bitirdiğimde de kitabın yazarı olarak içim müthiş rahattı. Tam dedim, kafamdaki gibi bir kitap yazabildim, ama tabi üç ödül… Tam bir buçuk sene sonra geldi tüm bunlar. O dönemde bayağı da hırpalayanlar oldu, kimi değerli eleştirmenler çok sevse de, kötü eleştirilere de maruz kaldım. Moralim düştü ister istemez; ama ben yazar olarak kitabıma, her ne kadar dili aykırı olursa olsun, güveniyordum.
Edebiyat biraz da aykırılık değil midir?
Evet, ben herkes gibi yazacak olduktan sonra, altına zaten Sibel K. Türker imzasını da atmazdım. Ne gerek var, aslında hep söylenir ya “edebiyat yeni bir şey söylüyorsa edebiyattır.” Buna ben de inanırım; yeni bir şey söylüyorsam, üslubumca söylüyorsam içim rahattır, ama edebiyat dünyamızda da belli formülasyonlar var, yok diyemeyiz. Beklentiler var, yazara çizilen sınırlar var, herkes çok özgürlükçü gibi dursa da bu dünya içerisinde sizden beklenen şeyler var. Yayınevlerinin de göz ardı edilemeyecek bazı politikaları var, o sebeple romanımın bir parça çizgi dışı kabul edilmesini göze almıştım; ama korkmadım. Edebiyat dünyasında bir metnin zor okunması bir ölçüdür ve bu iyi bir ölçüdür. Bir metni ne kadar zor okursanız, üzerinde düşünürseniz o harika bir şeydir. Ancak bu ölçü formeldir; her şeyi açıklamaz. Edebiyat her şeyden önce “tin ve öz”dür bana kalırsa. Şimdi bana gelen bazı eleştirilerde bir günde okunduğu söylenmiş, aslında bu kötü bir eleştiri; ama ben de cevabımı verdim: “Ben de bir günde yazdım zaten.”
Romanınız tek bölümden oluşuyor, olay örgüsünde zaman ve mekan değişiklikleri olsa da metin bölümlere ayrılmamış. Karakterlerin ruhsal karışıklıklarını okuyucunun daha iyi anlaması için mi böyle bir yol seçtiniz?
Bu kez ayırmadım, diğer romanlarımı bölüm bölüm yazmıştım; ama bu kez ayırmadım, tek elden yazdım çıktım. Ben şu şekilde bir kitap yazmak istemediğimi biliyordum, kitabın başına oturduğumda; “Neşe kendini üzgün hissediyordu, Ayda’ya şunu dedi. İşte, Ayda kendini felaketlere batmış hissediyordu. O da Neşe’ye şu şekilde cevap verdi…” Bunu yapmayacaktım, bunun dışında nasıl bir dil kurarım diye düşündüm. Bu iki kadının absürd hayatlarından, acılarından aşklarından… Bunu sıra dışı diyaloglar halinde vermek istedim ve bunu başarabildiğimi düşünüyorum. Bölümlerin de karmaşası, ayırmak istemememden ve o tempoyu bölmek istemememden gelir. Roman diyaloglar üzerine örülen bir roman ve kendine özgü bir hızı var. Rock müziği, şehir, humma, aşk acısı; bunlar aslında romanı hızlandıran unsurlar… Kendine özgü bir tempo yaratıyor; bunu bölmek istemedim, akıp gitsin istedim. Bir tek yaşlılar…Romanı yavaşlatan tek şey onlar.
“Gurur’unu kaybedince Şuur’u, Onur’u, Neşe’siyle baş başa kalmış bir kadın Ayda. Temelinde yaşadıkları belki de geçmişine Şükran duyamaması.” Romanın çözümlendiği noktada bunu anlıyor okuyucu. Ayda toplum karşısında kaygıları olan bir kadın, peki sizin kaygılarınız neler?
Yazın hayatımda hep isimleri önemsedim. Bizden bağımsız, boş, öylesine sözcükler olmadığını düşündüm. Bir nevi isimlerimizle kaderimiz arasındaki ortak birlikteliği vermeye çalıştım. Mesela; öykülerimden birinde, ki acıklı bir öyküydü; asla özgür olmayan, hayatında hiçbir şeyi yenememiş, kıstırılmış, itilmiş bir karaktere Yener Özgür adını vermiştim. Bu zıtlıkları seviyorum esasında. Ayda’nın ismine gelirsek; annesinin de akıl sağlığını bir dönem yitirmiş bir kadın olması sebebiyle, sanki dünya dışı bir varlıkmış gibi Ayda ismini almış. Neşe, ismiyle müsemma, aslında çok neşeli bir kadın olmasa da, o da zıtlıkların birliğini temsil ediyor. Şükran, hayatı sevme hastalığına tutulmuş berbat hayatı olan bir kadın olduğu için, adı Şükran. Böyle geçişkenlikleri seviyorum, bunu her zaman yapmam; ama bu kitapta yapmak istedim. Gurur, bir erkek ukalalığını temsil ediyor olabilir. Şuur zaten öyle; duygularla bağını koparmış, çözümleyici, analitik ve soğukkanlı. İçlerinde en sevimlisi Onur. Sıcakkanlı ve bize insanı anlatmakta. Tamam; Onur’unda Gurur kadar, Şuur kadar bir tınısı yok ama ben bunlar üzerinde durmaya çalıştım. Çok da güzel bir cümle çıkarmışsınız ortaya. Benim kaygılarıma gelirsek; her yazarın kaygıları vardır. Yazar’ın ruhu çok uyuşmacı değildir. Hep olan bitene eleştirel bir gözle baktığımız için yazıyoruz. Toplumu , insanları , akıp giden hayatı gözlüyoruz; ama bu gözlem çok hoşumuza gidiyor mu; hoşumuza gitmenin de ötesinde, akıp giden hayat bize ne ifade ediyor? Günlük hayata, siyasete, insana baktığımda huzursuzluk ve keder duyuyorum. Öfke de…. Ve bu hep böyleydi. Şairlik günlerimde de bu böyleydi. Sanırım yazının doğasına çok uygun bir şey bu. Çünkü yazı huzurdan değil çelişkiden çıkar. Tanpınar huzursuzluğun kitabına “Huzur” adını vermiş bir yazardır. Ben de birey olarak, bu toplumda yaşayan bir kadın olarak; her zaman bu çelişkilerin odağında bir varlıktım. Bunlarla hesaplaşa hesaplaşa bu günlere geldim. Hala da çok mutlu, doyumlu olduğumu düşünmüyorum. Karakterleri kendimle içselleştirdim tabii ki, zaten başka türlüsü çok mümkün değil. Yazarlara hep sorarlar; “yazdığınız siz misiniz?” Bunu çok kez yazar da bilmez. Yazar zihninin, ruhunun ne kadarını kitaba geçirdiğini formüle edemez. Yazarlar hiçbir zaman okurun karşısında bu denli çıplak kalmak istemez., eğer söz konusu otobiyografi değil de kurguysa zaten dönüştürürsünüz. Bu benim, diyebileceğim hiç biri değil. Ben ne Neşe’yim ne Şükran’ım ne de Ayda. Yazar biraz karakterlerin ardına gizlenir. Bu yazının oyunudur. Bunu ben de çok bilemiyorum, ama herkesten (erkeklerden değil), o kadınlardan biraz var; evet hepsinden bir şeyler taşıyorum.
Kadınları mı daha iyi gözlemlediniz?
Evet, ben inanıyorum ki kadınlar tarafından büyütülen; anne, abla, teyzeler, hala, yengeler tarafından yetiştirilen yazarlarda bu vardır; ben de onlardan biriyim. Çok erkek dünyasında yetişmedim, bu kadıncıklar beni büyüttü. Mesela; bunu Woody Allen filmlerinde de çok görürüz. O da kadınlar tarafından yetiştirilmiştir. O da çok iyi bilir, o dünyanın dilini; ben de iyi bilirim, bu dünyanın dilini. Bu dünyanın duygularını da bilirim, acımasızlıklarını da bilirim. Birbirlerine ne kadar kıyıcı olduklarını da bilirim., yalanlarını da bilirim; çünkü büyüyüp çıktığım çevre; ama harika kadınlar olduklarını da teslim ederim. Onları yazmamdan daha doğal bir şey yoktu. Hatta onlarla yaşamak biraz zor ama yazmak büyü gibiydi diyebilirim. Kendi kendime dedim; “daha önce erkekleri yazdın, bir kere de seni büyüten kadınlar için bir şey yap, güzel bir kitap yaz hadi bakalım, anlıyorum diyorsun; ama ne kadar anlıyorsun onları?” Kadın dünyası çok yaratıcıdır. Erkeklerin daha kemikleşmiş, daha somut, rutin hayatları vardır; ama kadınlar çok oyuncudur. Bunu kötü manada söylemiyorum. Sürekli renkler değişiyor. Kokular, sesler, hatta yüzler değişiyor. Sürekli bir değişim içerisindeler. Bizim ailede terzilik geleneği vardır. Biçerler,dikerler; rengarenk kumaşları hayal eder ve illa eve getirip ondan kıyafetler yapar, eğlenirler. Orada üşümezsin; çünkü kırmızı kareli kaşe kumaştan harika bir çoban kaban dikiverirler sana, ya da istediğin kadife pantolon bir günde elindedir. İşte bu da roman sanatı gibi bir dönüştürme, bir efsundur. Çok havalı, güzel kadınlardı da bunlar. Para yoksa da onbir pond’luk topuklular hep vardı. Ben onların arasında, esasında bir süre hep erkek çocuğunu oynadım. Hep içime kapanıktım, onların dünyasını keyifle uzaktan izliyor ama uyum sağlayamayacağımı düşünüyordum. Hala topuklu giyemiyorum, hala kısa saç tutkum var. Düşünün yani…
Bütün hastalıkların temelinde Hayatı Sevme Hastalığı olduğunu söylediniz. Bizi politikleştiren hastalık mıdır? Dünyaya karşı duyarlılığı olmayanlar bu hastalığa düşer mi?
Bir yönüyle politikleştiren bir hastalık; çünkü, illa ki hayatta ve ayakta kalma mücadelesi vermek, bu ümidi taşımak aslında politik bir tutumdur. Bu kadar kötünün arasında iyi bir şeydir, pozitif bir tutumdur, bu yönüyle tabii ki politiktir. Çünkü direnmek demektir. Kitabın bir siyaseti olduğunu biliyorum; onu kavrayarak yazdım zaten. İki kadının siyasetleri çok uymuyordu, onları çarpıştırdım; ama bir damla da kan akmadı. Kadınlar siyaseten çok uyuşmasalar da hayatı birlikte götürebiliyorlar. Aslında burada ironi yaptım da denilebilir; hayatı çok sevmek ile sevmemek arasında bir köprü kurdum. İntiharı düşünen, deliliğe sürüklenen kadınlarla, hayır yaşayacağım becereceğim; ben bütün erkeklere, toplumun üzerime gelmesine, her şeye rağmen, ben bunu yapabilirim, demek zaten politik duruşun ta kendisi. Bundan öte de bir şey düşünemiyorum. Bu değilse başka, nedir politik olan? Bunu da en çok kadınlarda gözlemleyebildim, ha diyeceksiniz erkekler hemen intihar mı ediyor? Hayır, değil; ama kadınların böyle gizli bir güçle doğduklarına inanıyorum. Esasında bu neyle ilgili; üremeleriyle ilgili olabilir, çok klişe olacak; ama bu ayakta kalma içgüdüsü derin, yoğun olduğu için bundan ilham almış olabilirim. Bir kitap anlatırken çok da genel çizgiler olanak dışı, çünkü belli karakterlere odaklanmak zorunda bir yazar. Buradan genel olanı yakalamak çok zor. Çok bencil kadınlar da gördüm, kendi sınıfından çok memnun crème de la crème mi denir, böyle çok bencil kadınlar da gördüm. Bu bencillik de politiktir ve kadınların acısına dahildir. Kadınlar ayrı bir türdür; ama sınıfları vardır: Yoksul sınıfı, emekçi sınıfı, burjuva sınıfı; hepsini aynı kefeye koyup formüle edemeyiz. Elimden geldiğince gözlemlediğim karakterleri yazmaya çalıştım.
Toplumun kadınlar üzerindeki baskısına parmak basıyorsunuz. Gurur yerine Ayda’nın başına gelseydi bunlar; Gurur’un bütün çevresi onu, Ayda’yı suçlayabildikleri gibi suçlayabilirler miydi?
Orada da sınıfsal bir aşk söz konusu. Ayda yetimhaneden çıkmış, dikili bir ağacı olmayan; annesi de olmayan, annesinden miras olarak bir mavi kazak kalmış yoksul bir kadın. Gurur öyle mi, ünlü İzmirli bir profesörün oğlu, annesi yılın yarısını Amerika’da geçiriyor; çok iyi eğitim almışlar, korkunç sınıfsal bir uçurum var. Bu, aşkın acısını da derinleştiriyor. Gurur, sınıfına uygun davranıyor. Bir şekilde, hesap vermeden kaçıp gidiyor ve bu şekilde bile Ayda, bu yalnız kadın, suçlanabiliyor. Bizim toplumumuzda bilirsiniz; bir erkek kaybedildiğinde önce kadınlar suçlanır; ne yaptın da gitti, niçin elinde tutamadın? Bu kadınların, kadınlara yaptığı kötülüklerdendir aslında. Bunları bir arada vermeye çalıştım. Ayda gerçekten hayatının kötü bir noktasındaydı. Öncelikle kendi aşık halini affetmedi, o siyasetle, bunları bir kağıda yazıp düşündüğünde; “bir dakika ya bu adamın eğitimi benden iyi, yakışıklı, zengin…” Bunlara bakınca bu aşkın dinamikleri sizi ürkütür. “Bir dakika ben bu adamı seviyorum ama ben kimim, ben ne yapıyorum? Bu kadar çok sevmemeliyim; kendime bunu yapmamalıyım” sorunlarıyla boğuşuyor Ayda. Aşka karşı emekçi ve direnişçi bir tutum sergilemeye çalışıyor diyelim.
Kitabı sembolizmden etkilenmiş kabul edebilir miyiz?
Bazı halleri, şeyleri sembollerle ifade etmekten hoşlanıyorum; bunu en çok da isimlerde yapıyorum. Ama kitapta bahsi geçen “mavi kazak” zaten başlı başına bir semboldür, kitap esasında bunun üzerine kurulmuştur.Kendi ismimde de bunu düşünüyorum, Sibel bir Anadolu ismi değil – gerçi tanrıça Kibele’den geliyor kökeni- ama kullanış olarak, bir küçük burjuva ismi; bunu annem babam da düşünmemiş. Benimle beraber doğan bir albay kızı varmış; o aileye özenilirmiş her bakımdan. Sonuç olarak, bana da bu isim uygun görülmüş. Yine, bakın; ben çok sevmiyorum siyaset konuşmayı; ama isimlerde de bir siyaset var. Sembolik söylemlere gelirsek zaten edebiyat sembollerin üzerine kurgulanır. Bunları yapmayı seviyorum. Bir dahaki kitabımda yapar mıyım; onu bilmiyorum.
Edebi muhalefet hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şu anda Türkiye’de bir edebi muhalefet yok. Bireysel çabalar göz ardı edilemez; ama kitlesel bir şey yok. Bunun da suçunu yazarlarda aramamak lazım. Bu ülkenin yazarları gerçekten çok bedel ödedi.. Bir şiir yazdılar; hapis yattılar, kitapları hep sakıncalı oldu. Bunlar Türkiye’de hep yaşandı. 80’den sonra şu şekilde bir yol ayrımı oldu; herkes kendi bireysel dünyasının içine daldı. Sanat halk için midir; sanat sanat için midir? Sanat halk içindir diyenler, o toplumcu gerçekçi damarda kalmaya gayret ettiler; ama yazdığın yazıdan estet bir haz alarak yazmak bambaşka bir disipline dönüştü. Dediğim gibi ben yazarları suçlamıyorum. Ben yazma dünyasına 2003’te girdiğimde, herkes gerçekten kendi yazısını yazıyordu; birbirine hiç ilişmeden. Hala öyle. Yazar birlikleri olmasına rağmen bütüncül, yekpare bir ses çıkmıyor. Eskiden manifestolar olurdu; Mayakovski’nin, arkadaşlarının manifestolarını bir düşünün. “Genel beğeniye tokat” adını vermişlerdi. Allahım, ne harika bir çıkış bu! Bütün bunlar, şu anda, Türk edebiyatında görülebilir şeyler değil. Böyle bir örgütlenme yok esasında. Liberaller var, eski solcular var; ama çoğu liberal olmuş şimdilerde, ulusalcılar var içerisinde; ama çok yekpare olmayan bir yapı; buradan tek ses çıkamaz diye düşünüyorum. Ama yine de; herkes kendi kitabı içerisinde diyeceğini diyor, yapacağını yapıyor. Bu gerçekten yazarların suçu değil. Herkes bir parça korkutulup sindirildi. Piyasa oyunları, kazanma duygusu, satma telaşı, görülme isteği gibi kişisel hesaplar da var. Ekmek kaygısı var, şimdi artık yeni zamanlar; gerçekten yeni zamanlardayız, hiçbir şey 60’lardaki 70’lerdeki gibi değil; bireysel dünyanın da keşfine çıkıldı, tadına varıldı diye düşünüyorum. Çünkü bir yazar için de, “toplum için yazmak” ayrı bir şeydir. Ben bunu üst, elit, edebiyattan anlayan seçkin akıllara ve ruhlara estetik halde sunmalıyım demek, çok ayrı bir şeydir; bu ikisinden çok çok başka bir edebiyat çıkar. O yüzden ben o birlikteliği, birlik olarak hareket etmeyi şu an için Türk edebiyatında hiç göremiyorum.
Peki, “Aydın Sorumluluğu”?
Ben bir yazarım; ama aydın olup olmadığım konusunda iddialı konuşamam. Kendime öyle yaftalar yapıştırmam. Aydın, biraz aktivist yönü fazla olandır, kitlelerde düşünce çakımları yaratan ve bunu sürdürebilen kişidir. Tamam okursun, düşünürsün; ama o meydanlardadır. Hep bir şeyler söylersin, aydın bu demektir aslında. Aktivist yönü çok gelişmiş kişidir. Ben bir yazarım; bu toplumun okumuş, kendini geliştirmiş bir çocuğuyum. Kendime aydın diyemem; ama her yazdığımız şeyde bir etik gütmeliyiz. Kitaba dair bu içkin duygu, o sorumluluğu tanımlar diyebilirim. Özel olarak aydın sorumluluğum var diyemem belki; ama zaten ister istemez belli bir noktada okuyup yazdıktan sonra, o etiğe sahip oluyorsunuz. İster istemez sizi bir şeyler eğitiyor zaten; o kaçınılmaz. Bu eğitilmiş ruhlar, sorumlu yazılar yazıyorlar. Her şeyden önce insan onuruna hiç koşulsuz inanmaktır aydın olmanın amentüsü. Türkiye’deki genel anlamda aydın sorumluluğu ise sorunlu bir konu, şimdi hangi alanlara girelim… Evet, aydın için bir tanım vardır: “Aydın, önce kriz yaratan ve sonra o krizin çözümü için çalışan kişidir” Aydınlar bunu yapıyor, yapmalılar; düşünülmeyenleri düşündürtmeli, tartışılmayanı tartıştırmalılar. İktidarın bize ‘tu kaka’ kıldığı alanlarda başka kim at oynatabilir? Merkezden bir yönetim, muhafazakâr bir algı; peki kim bu alanlarda konuşacak? Tabi ki aydınlarımız konuşacak. Ama aydınlarımızın da parçalı olması, tabi ki benzeşsinler, tek tipleşsinler demiyorum; ama en olmadık konularda birinin ak’a kara demesi; diğerinin kara’ya ak demesi; bunlar gerçekten Türkiye’yi zora sokacak meseleler. Çok tartışma da kakafoni yaratıyor gerçekten, çoğu çözümsüz kalıyor. Ama aydın sorumluluğunun önemine kesinlikle inanırım. Bunun içinde yazarların diğer meslektaşlarını “rakip” olarak görmeme ve çok satma kaygısı gütmeme ahlakını da koymak isterim.
Son olarak Ankara’da Ankaralı bir yazar olmak nasıl bir duygu?
Ben çok seviyorum ancak, İstanbullu arkadaşlarımız Ankara’da yazılamayacağını düşünüyorlar. Bilmiyorum; gerçekten haklı olabilirler, İstanbul’un ne tür ilhamlar bahşettiğini bilmiyorum. Ama ben başka şehir denemedim yazın hayatımda. Ankara’da doğdum, büyüdüm; başka kent olmadı benim için. Seyahatlere gittiğimde şöyle bir tartıyorum kentleri, “Yok çok neşeli burası, burası çok bungun, burası çok kısıtlı, İstanbul desen kent değil ülke ve karmaşası beni ürkütür hep” Yine dönüp Ankara’yı seçiyor ve kraliçem ilan ediyorum. Bozkır kraliçesi. Ankara’nın kendine özgü bir hüznü vardır, görebilen görür onu, akşamlarının, günbatımının ayrı bir güzelliği vardır. Bir yalıtılmışlığı vardır. Belki de eski Ankara öyleydi; biz şu an nostalji yapıyoruz, Ankara da çok değişti. Çılgınca kentleşti, bazen bakıyorum o çok şeritli yollara; ben neredeyim, nereden koptum, nereye gidiyorum sorusunu sorduruyor bizlere. Merkez duygusu da kalmadı Ankara’da. Yine de ben, her şeye rağmen, Ankara’nın o ıssız bozkıra ait halini seviyorum. Aynı zamanda güzel bir Hitit kraliçesidir de o. Her şeye rağmen ben, Ankara’nın göbeğinde olmayı; o eski ye dair duygularımla, hep tanıdık bir arkadaşla buluşacak gibi merkeze inmeyi seviyorum. O duygu, güven veriyor bana. Bir taksi alıyor sizi, o otoban gibi yollardan nerelere götürüyor; ama bu kaçınılmaz, artık o kapitalizm sürecinde her yol artık Kızılay’a çıkmıyor. Kent dışından dolana dolana, tuhaf yollardan 130 km hızla ulaşmamalıyız gideceğimiz yere. Kentin içinde yaşamalıyız. Kente dokunmalı, onu algılamalıyız. Bir yere hızla uçurulmamalıyız; o duygu beni gerçekten kahrediyor. Ben kentlerin içinden geçmek isterim, bakmak isterim, dokunmak isterim; çevre yollarından çok şikâyetçiyim. Eğer vahşi kapitalizmin de gereği buysa ürkütüyor beni, kentlerin birer birer tutsak kılındığını düşünüyorum.
0 comments on “SİBEL K. TÜRKER: İSİMLERİMİZ KADERİMİZLE ORTAKTIR”