07-ŞEHİRLER VE KENTLER

MEKAN VE BİLİNÇ İLİŞKİSİ

İnsanlığın mücadelesinde mekan, her zaman belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Bu belirleyicilik onun bilinci etkilemesiyle orantılıdır. Elbette ki mekanın niteliği, kapsamı, kapsayıcılığı ve jeo-politiği bu etkinin çerçevesinin hatlarının belirginleşmesinde önemli bir faktördür. Bugün artık mekan denildiğinde ve bu mekan olgusu mücadele ile ilişkilendirildiğinde akla kent gelir.  Kentler artık üretim ve yeniden üretim süreçlerinin ve bununla birlikte üretim ilişkilerinin yoğunlaştığı, dönüştüğü ve dönüştürdüğü alanlardır. Komünist Manifesto’da, “günümüze kadar bütün toplumların tarihi, sınıf çatışmaları tarihidir” sözüne referansla bugün tarihin yapıldığı ve yazıldığı mekanlar kentlerdir. Bu tespiti açımlamadan, mekan ve bilinç ilişkisi üzerine bir takım çözümlemeler yapmak gerekmektedir. Mekan en temelde insani bütün duygu ve düşüncelerin karşılaşma alanıdır. Mekanın kitleselliği, bu alanda etkileşimin yoğunlaşmasını ve buradan yeni sentezlerin çıkmasını sağlamaktadır. Buradaki sentez durumu toplumsal ilişkilenmenin bir sonucudur. İnsanlığın bugüne kadar var ettiği her şey onun kendi toplumsallığının koşulları, çelişkileri ve çatışmaları içinde ürettiği şeydir. Siyasal, kültürel, dinsel pratiklerden, yaşamın sürdürülebilmesini gerektiren birçok faaliyete kadar her şey bu toplumsallığın içinde üretilir. Mekandaki diyalekt; onun farklılıkları, çatışmaları ve karşıtlıkları sürekli yeniden üretmesi ve dönüştürmesi ekseninde okunabilir.
Kent mekanlarının tarihsel dönüşümü ve bugüne sirayet eden hali bizlerin yeni mücadele biçimleriyle tanışmamızı sağlamaktadır. Kent mekanları farklı kesimlere farklı imkanların sunulduğu ortamlardır. Aslında hem mücadelenin hem bu mücadeleyi bastırma stratejilerinin yoğun bir biçimde dolaştığı mekanlardır. Lefebvre, kapitalizmin iç çelişkilerini mekana yerleşerek ve mekanı üreterek yumuşattığını söylerken aslında kent ve kapitalizm ilişkisi üzerine son derece önemli bir tespiti dile getirmektedir. Buradaki vurgu mekanın; daha özelde kent mekanının sınırsız bir biçimde yeniden üretilmesini imkan dahiline sokmaktadır. Ancak diğer yandan mekanın sınırsızlığı mücadelenin, direnme stratejilerinin de sınırsızlığını gösterir. Bugün yaşadığımız “kent isyanları” da bu mücadele ve stratejilerin yeni halini göstermektedir. Son birkaç yıldır kentlerde başlayan “işgal et” eylemleri mekan üzerinden bir egemenlik ve hegemonya mücadelesidir. Üreten insanlar; ya da sınıf son birkaç yıldır ciddi bir bilinç sıçraması yaşamaktadır. Çünkü bu kesimler kent mekanının yeniden üretiminde kendisinin de yeniden dizayn edildiğinin; egemen ilişkilere ve meta üretimine eklemlendirildiğinin farkındadırlar. Dolayısıyla artık kentin hem yönetimine hem de kent rantına ortak olmayı talep etmektedirler. Bu noktada ortaya çıkan eylemler çok daha kitlesel ve çok daha sağlıklı bir zemine, hak talebine ve o oranda da geniş toplum kesimleriyle bir araya gelmeye dönük bir nitelik taşımaktadırlar. Yaşadıkları, ürettikleri kentte olan haklarını ve emeklerinin karşılığını isteyen kitleler bu yüzden isyan etmektedir. Kent isyanları 21. yüzyılın yeni isyan biçimidir. Bu isyanlar insanlık tarihinin en kitlesel ve en bilinçli eylemleridir. Geniş kesimlerin özlem ve taleplerinin dile getirildiği bu eylemlerde öne çıkan talep hiç kuşkusuz kent yönetimine ortak olmaktır. Bu bilinç sıçraması daha eşitlikçi, daha komünal ve özgürlükçü bir yaşamı kurmanın ilk evresi olarak okunabilir.
Zaman zaman ülkeler ve toplumlar arasında “ilerleme” düzeyinde bir karşılaştırma yapılır. Ekonomik, toplumsal, eğitsel v.b alanlarda bir değerlendirme sıralaması yapılır ve Türkiye’nin “gelişmiş”lik düzeyi hakkında karamsar bir tablo ortaya çıkarılır. Bu ölçütler dışında eğer toplumların bilinç düzeyi, isyan etme ve hak talep etme mücadelesi konusunda bir karşılaştırma yapılırsa GEZİ DİRENİŞİ toplumumuzun “ileri” toplumlar düzlemine çıktığı bir aşamayı temsil etmektedir. Tüm dünyanın büyük bir heyecanla izlediği, yorumladığı, öğrenme çabasında olduğu bu direniş Türkiye tarihi açısından da çok önemli ve tarihi bir nitelik taşımaktadır.
Türkiye Gezi Direnişi sonrasında siyasal davranışların, siyaset kodlarının ve siyasal alanın değişen doğasını konuşmaya başladı. Türkiye toplumu açısından bir milat olan bu yeni direniş biçimi ve onun ürettiği yeni siyasallık; kurumsal bir siyaset yerine toplumsal bir siyasetin üretildiğini ortaya koyması açısından ve siyasal olanın devlet/hükümet/parti elinden alınarak topluma indirilmesi bakımından tarihseldir. Elbette ki diyalektik bakımdan siyasalın toplumsala, toplumsalın siyasala indirgenmesi beraberinde yeni süreçlerin meydana gelmesine sebebiyet verecek bir içerik taşır. Tarihsel ve dönüşümsel süreçlerin ne yönde seyredeceğini o anda ortaya çıkan enerji, birikim ve bilinç durumları belirler.
Her ne kadar farklı metinlerde bu süreç bir post modern direniş olarak okunmaya; ya da gösterilmeye çalışılsa da aslında yaşanan modernliğe içkin bir hareket olmakla birlikte salt modernlikle okunamayacak; daha çok ‘siyasallaşma’ kavramı ekseninde değerlendirilebilecek bir mahiyet taşımaktadır. Türkiye toplumunun önemli bir bölümü yeni bir siyasallaşma süreci içine girmiştir. Bu yeni toplumsal siyaset, Ulrich Beck’in “Siyasallığın İcadı” olarak tanımladığı durumla benzeşen; ama Türkiye özelinde ciddi katkılar içeren bir yeni siyasallaşma türüdür. Beck’e göre “siyasal olanın icadı; eski düşmanlıkları yeniden üretmeyen, yenilemeyen, onları bir iktidar kaynağı haline getirmeyen, bunların yerine yeni içerikleri, biçimleri ve koalisyonları tasarlayıp oluşturmaya çalışan yaratıcı, kendi kendini yaratıcı bir siyaset demektir… Siyasal olanın icadı aynı zamanda siyasal sistemin içinde ve dışında, üslup ve yapı oluşumunun ve arayışının mekanlarını, biçimlerini, forumlarını oluşturmaya çalışıp, bunlar uğruna mücadele etmek anlamına gelir.”
Gezi Parkı Direnişi Beck’in belirttiği farklılıklar üzerinden değil; ortaklıklar üzerinden kurulan ve farklılık hiyerarşisine son veren, kendi içinde eşit bir toplumsallık üreten, bir nevi komünal diyebileceğimiz bir harekettir. Türkiye tarihinde deneyimlenegelen direniş biçimlerinden ciddi farklar içeren bu yeni siyasal direniş biçimi; bugüne kadar kendi hinterlandı dışına çıkmayan, kendi doğruları dışında doğru kabul etmeyen, kendisini katı bir ideolojik alana hapseden yapı ve stratejileri aşan bir nitelik taşımaktadır. Bu direnişi salt politik konumlanışlar ekseninde okumak doğru sonuç ve tanımlara ulaşmamızı engelleyecektir. Elbette ki bu direnişlere soldan veya sağdan bakılabilir; ama bu direnişler bu kategorilere yerleştirilemez. Zaten direnişin ruhuna bakıldığında her türlü kategorileştirmeyi reddeden geniş bir siyasallık içerdiği görülmektedir. Bu direniş iktidara, siyasi partilere, mücadele platformlarına dönük pratik ve devrimci bir eleştiridir. Onların hedef kitlelerini, söylemlerini ve eylemlerini ‘yapı söküme’ uğratmıştır. Bu direnişle çok ciddi bir eşik atlanmıştır. Her ne kadar bu tespit korku için söylenmiş olsa da; siyaseten de ciddi bir eşik atlanmıştır. Çünkü ilk olarak bu direniş kurumsal siyasetin sınırlılıklarını ortaya koymuş ve siyaset alanını genişletme imkanını yaratmıştır. Hem bu direniş sürecinde bir araya gelenler nezdinde hem de forumlarda ortaya çıkan tablo farklı kesimlerden meydana gelen bir bileşimin ortaya çıktığını göstermektedir. İkincisi, bu direniş farklı kesimlerin belli taleplerde ortaklaştıkları ilk eylem olmuştur. Demokrasi, özgürlükler, insan, çevre ve kent hakkı; iktidar baskısının ve özel alana müdahalenin reddi, karar alma süreçlerine katılım, cinsel ayrımcılığa, dışlamaya ve ötekileştirmeye karşı tepki bu ortaklaşmanın zeminidir. Elbette ki direnişe katılan milyonlar ve o milyonların çok sayıda talebi söz konusudur. Ancak ülke tarihinde taleplerin bu denli ortaklaştığı bir başka direniş ve katılım görülmemiştir.
Gezi Parkı Direnişleri siyasal, dinsel, ekonomik, cinsel ve kültürel taleplerin en geniş meşruiyet çerçevesinde toplumsallaştırıldığı eylemler olmuştur. Diğer önemli bir unsur, Türkiye’deki sol yapıların uzak durduğu ve negatif bir biçimde yorumladıkları bayrak ve İstiklal Marşı konusunda ciddi bir iyimserliğin meydana gelmesidir. Bu durum semboller üzerinde yoğun bir mücadelenin verildiği bu topraklarda iktidarın elinden belli sembollerin alınmasına imkan tanımaktadır. Bir diğer durum, direnişe katılanların Mustafa Kemal ve Cumhuriyet konusundaki yoğun hassasiyetidir. Kitleler bu değerlere saygı duyulmasını talep etmiş ve Türkiye solu bunu büyük bir anlayışla karşılamıştır. Dolayısıyla özellikle solun bir bütün olarak toplumsal değer, simge, sembol ve kazanımlara sahip çıkması ve bu alandaki mücadele enstrümanlarını genişletmesi onu geniş toplum kesimleriyle buluşturacak bir nitelik taşımaktadır.
Bu direnişin bozduğu diğer bir ezber “apolitiklik” konumlandırmasıdır. İnsan yaşamına içkin her türlü istek, talep ve eylem politiktir. Yani yaşamın bütün alanı siyasaldır. Türkiye’de siyasal olan sadece kurumsal bir politiklik ve örgütlülük ekseninde değerlendirildiği için bu realiteye hep uzak düşülmüştür. Bu direniş en büyük mücadelenin insanların gündelik yaşamlarını sürdürdüğü alanlarda olduğunu ortaya koymuş ve politik olanın kavrayışı konusunda zihinsel bir devrim meydana getirmiştir. Türkiye’de artık mücadele insanların gündelik yaşam alanları üzerinden yükselecektir. Politikleşmiş gündelik siyasal yaşam bu direnişin öne çıkardığı yeni gerçekliğimizdir.
Bu direnişteki öfkenin altında yatan neo-liberalizmin hiçleştirmek istediği; ancak buna karşı insanların farklı stratejilerle ayakta kalmayı başardığı ve insana özgü değerleri yeniden inşa ettiği bu duygu ve eylem durumu; kuşkusuz gelecek hakkında iyimser olmayı ve yeni politik hareket tarzlarının üzerinde çalışmayı gerekli kılmaktadır.
Siyasal alanın ve de siyasallığın kurumsal bir kültürden bağımsız ele alınması bu direnişin bize söylediği önemli bir sözdür. Bu söz bundan sonraki gündelik yaşam ile kurumsal politik yapı arasındaki mesafeyi kısaltmış ve denetlenebilir, yönlendirilebilir bir mekanizma ortaya çıkarmıştır. Jacques Ranciére Siyasalın Kıyısında adlı çalışmasında “siyaset iktidarın uygulanması değildir” derken aslında bizim yeni yeni giriş yaptığımız bir sürecin temel hattını ortaya koymaktadır. Bundan sonra siyaset; yaşadığımız ana mündemiç ve o andan başlayarak daha iyiye olan istencimizi ve geleceğe yönelik hayalimizi kapsamaktadır. Türkiye’nin gençliği demokratik ve özgürlükçü bir birikim ortaya koymuş ve açığa çıkan enerji bu ülkenin geleceğinin ve birlikte eşit ve özgür yaşamın temel hattını belirginleştirmiştir. Bu denli kapsamlı bir karşılaşma; yani farklı ideolojilere, isteklere, dinlere, mezheplere ve cinsiyetlere mensup kamusallıkların birlikte hareketi çok daha güçlü bir empatinin ve birbirini anlamanın imkanını doğurmuştur. 
Nihayetinde Gezi Direnişi bir yeni siyasal koddur ve uzun bir süre bu kod açımı ile uğraşacağız. Ancak bunu yaparken geçmişin kaba yaklaşımlarından uzaklaştığımız ölçüde daha sağlıklı temellendirmelere kavuşacağız.

0 comments on “MEKAN VE BİLİNÇ İLİŞKİSİ

Bir Cevap Yazın