Türkiye 31 Mart 2019’daki Yerel Seçimler sürecine hem ekonomik hem siyasi kriz ortamında giriyor. Ekonomik kriz, siyasi iktidarın yanlış hesaplarıyla da yayılarak, 2018 ortasından itibaren enflasyonda, faizlerde ve döviz kurunda yüksek sıçramalar biçimini almış, reel ekonomiye yansıması da bunları izlemiştir.
Yeni Ekonomi Programı’nın (YEP) ve ona paralel olarak DB’nin 2019 için pazarlamaya çalıştığı “küçülme yerine zayıf büyüme/durgunluk” senaryosunun da artık bir geçerliliği yoktur. Esasen IMF, “sıfır” büyüme eşiğindeki tahminini bile aşağı çekmiş, gelişmekte olan ülkelerde büyüme tahminini 0,2 puan aşağıya çekmesinin ana nedeninin Türkiye’ye dair küçülme beklentisine bağlamıştır. Öte yandan derecelendirme kuruluşlarının küçülme öngörülerine son olarak ABN-AMRO bankası da yüzde 1,5’lik küçülme tahminiyle katılmış ve Türkiye’nin gelişen Avrupa ülkelerindeki ortalama büyümeyi aşağıya çekeceğine işaret etmiştir.
23 Ocak’ta Davos’ta konuşan Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’ın hâlâ “2019’da resesyona düşme tehlikesinin bulunmadığını, yüzde 2,3’lük büyüme hızına ulaşılmasının mümkün olduğunu” söyledikten sonra “tek korkum dış konjonktür” ifadesini kullanması adeta şaka gibidir. Zira, bunun tam tersine, IMF ve çeşitli finans kuruluşlarının korkusu, Türkiye’nin kötü büyüme performansının benzeri ülkelerin ortalama büyüme oranlarını aşağıya çekmesidir!
EKONOMİK KRİZ YEREL SEÇİMLERİ ETKİLER Mİ?
Ekonomik krizin yerel seçimlerde oy verme davranışlarını etkilemesi bakımından ekonomik daralmanın boyutları kuşkusuz önemlidir. Benzer bir durumun 2009’da yaşandığını hatırlatalım. 2008’in son çeyreğinde ekonomi eksi yüzde 6,5 oranında, 2009’un ilk çeyreğinde ise eksi yüzde 14,3 oranında küçülmüştü. Bu güçlü daralmanın etkisiyle AKP’nin 2007 Genel Seçimlerinde aldığı yüzde 46,6 oranındaki oy 2009 Yerel Seçimlerinde yüzde 38,8’e gerilemişti.
2019 seçimlerinde de böyle 7,8 puanlık bir oy gerilemesi yaşanır mı? Son kamuoyu araştırmaları böyle bir olasılığı açığa vurmaktadır. Öyle ki, iktidar partisinin 2015 ve 2018’in Haziran seçimlerinde gerilediği yüzde 42’lik oy platosuna kıyasla bile 7 puanlık bir kayıp yaşayabileceği gündeme getirilmektedir.
Eğer iktidar partisi böyle bir oy kaybı yaşayacaksa bunun sadece yakın dönem ekonomik kriz etkileri nedeniyle olmayacağı, birikimli olarak gelen sorunların da (örneğin şirketler yanında hanehalklarını da derinden etkileyen borç krizinin) ailelerin geçim koşullarını 2009’dan çok daha fazla ağırlaştırdığının, ayrıca genel siyasi kriz tablosunun ve iktidar partisinin yıpranmışlığının da hesaba katılması gerekeceği söylenebilir.
İktidar kanadının bu olumsuzluğun farkında olduğunu, YEP’te öngörülen sıkı maliye politikasını gevşek maliye politikasıyla (yani seçim ekonomisiyle) ikame etmesine bakarak da anlayabiliriz. Ancak bu seçim ekonomisi, seçim sonrasına büyüyen bir kamu maliyesi krizini devretme ve emekçi kesimler üzerine bindirilecek yükleri büyütme pahasına gerçekleştirilmektedir.
“SİYASİ/İDARİ KRİZ” YEREL SEÇİMLERİ ETKİLER Mİ?
Türkiye’de bazen açık bazen örtük bir siyasi/idari kriz yaşanmaktadır. Bunun, iktidar partisinden olmayan belediyeler için uzun zamandır süreklilik taşıyan bir gerçeklik olduğu açıktır. Bu durumun tepe noktasını, 2011 Genel Seçimlerine bir ay kala İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne karşı tezgahlanan operasyon oluşturmuş, genel sekreter dahil çok sayıda belediye üst yöneticisi cezaevine atılmış, Başkan Kocaoğlu için 397 yıl hapis cezası istenebilmişti! Bu saldırının püskürtülmesinde İzmir halkının dayanışması ve direnişi belirleyici olmuştu. 2014’ten itibaren bu operasyonun sorumluluğu FETO üzerine atılmaya çalışılmışsa da, davanın 2017’e kadar sürdürülmesinin de göstereceği gibi, niyetler ve yöntemler arasında hiçbir fark bulunmamaktaydı.
İktidarın yerel seçimlerin demokratik sonuçlarını ve seçilmiş belediye başkanlarının seçilmişlikten gelen haklarını zerrece umursamadığının işaretleri bu dönem boyunca sıkça verilmiştir. Bunun ilk dalgası, HDP ve yakın siyasetlerden seçilen belediye başkanlarının hemen tamamının görevden alınması ve bu belediyelerin iktidarın belirlediği kayyımlarca yönetiliyor olmasıdır. Aylar önce iktidarın başı tarafından, 2019’da seçilecek belediye başkanları için gerekirse yeniden “azletme” düzeneğinin çalıştırılacağının ifade edilmesi, bu seçimlerin meşruiyetini daha gerçekleşmeden sarsmıştır. İkinci dalgada, doğrudan doğruya iktidar partisinden seçilmiş irili ufaklı belediye başkanlarının “metal yorgunluğu” gerekçesiyle istifaya zorlanmasıyla yaşanmıştır. O kadar ki, son bir yıldır Türkiye’nin en önemli seçilmiş belediye başkanı, üçüncü büyük ilimizin, İzmir’in başkanıdır!
AKP yönetiminin kendi belediye başkanlarını azletmesi, esas olarak 2019 seçimlerine daha az yıpranmış adaylarla girme telaşını yansıtmaktadır. Bu başarısızlık telaşı iktidarı son anda Cumhur ittifakına da mecbur bırakmıştır. Bu hamlelere rağmen seçim sonuçlarına ilişkin belirsizlik, 1950 sonrasının en şaibeli seçimlerinin hazırlandığına dair haberleri hergün gündeme düşürmektedir. Aynı adrese onlarca/yüzlerce seçmen yazıldığına, mezartaşlarından seçmen “üretildiği”ne, daha önemlisi ciddi oy kaydırmalarının yapıldığına dair işaretler birikmektedir. Mükerrer oy kullanımını önleyebilecek bir “parmak boyası” güvenliğinden de mahrum olunduğu hatırlanmalıdır. Seçimlerin güvenliğinden sorumlu YSK ve il/içe seçim kurullarının tarafsızlığının Cumhurbaşkanının “tarafsızlık” andından daha güvenilir olduğu da tartışmalıdır.
Bütün bunlar, kendi üzerine ısmarlama elbise gibi bir “ikinci Cumhuriyet” anayasası ile CYS biçen iktidar partisinin, toplumun bütününü kendi projesine “razı” edememekten kaynaklanan sürekli bir “meşruiyet krizi” baskısı altında olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Merkezi Yönetim-Yerel Yönetim (MY-YY) ilişkilerindeki krizin seçim sonrasında MY’den gelebilecek yeni hamlelerle daha da şirazesinden çıkması beklenebilir.
SEÇİMLER SONRASINDA MY-YY İLİŞKİLERİ
YY’ler üzerine kurulan/kurulacak baskılar üç yönlüdür.
Birincisi, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi denilen despotik tek adam yönetiminin doğurduğu kaotik/keyfi yönetsel yapının yansımalarıdır. Gerçi bu durum resmen Temmuz 2018’den itibaren, fiilen de 2018 öncesinden itibaren başlamıştır. Ama CYS’nin YY’ler üzerine yansımaları 31 Mart Seçimlerinden sonra daha belirgin biçimde ortaya çıkacaktır.
İkincisi, 31 Mart seçimlerinden sonra YY modelini CYS’ne uydurma doğrultusunda yeni yasal/anayasal düzenlemelerin tasarlanacak olmasıdır. Bugünkü aşırı merkezileşmiş CYS ile uyumlu olabilecek YY modeli, “başkancı rejimin” mimarlarına göre, yerel yönetim birimlerinin sayısını daha da azaltmak ve varolanların önemli bölümünün yetkilerini daha az sayıdaki üst yerel birimlere (büyükşehirlere) aktarmaktır.
Bunun pratikteki anlamı şudur: Bütün illeri büyükşehir modeline göre dönüştürmek; büyükşehir olmayan illerdeki İl Özel İdaresi yapısından, tüzel kişiliği olan son belde belediyeleri ve köylerden tamamen kurtulmak; daha da önemlisi ilçe belediyelerinin yetkilerini iyice budamak, hatta metropol ilçe belediyesi konumunda olanları şube belediyelerine dönüştürmek… Böylece, metropollerde halen en zengin ilçe belediyelerinin anamuhalefet yönetiminde “kurtarılmış” Cumhuriyet adacıkları olarak kalıyor olmasına yeni bir ayar vermek… Bunun, kentsel rantların üretim ve dağıtım kanallarını tek merkezden yönetmek niyetleriyle de uyumlu olacağı açıktır.
Üçüncüsü, seçimlerde iktidar bazı büyükşehirleri kaybetse bile, yeni biat ilişkilerini büyükşehir hegemonyası üzerinden değil de MY’in YY üzerinde kuracağı genel ekonomik/malî baskılar aracılığıyla kurmak isteyecektir. Bunun için elinde bir malî vesayet ilişkisi esasen 5779 sayılı “…Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirleri’nden Pay Verilmesi Hakkında Kanun” çerçevesinde bulunmaktadır. Öyle ki, 101 ülkeden 500 bin yerel yönetim birimi ortalaması olarak MY’lerce YY’lere transfer edilen vergi gelirlerinin YY gelirleri içindeki payına bakıldığında, bunun genel ortalama olarak yüzde 53, Türkiye’de ise yüzde 74 olduğu görülecektir. (Oğuz Esen, “Mali Krizden Mali Disiplin ve Mali İmkâna: İzmir BB Örneği”, İktisat ve Toplum, Ocak 2019).
Malî vesayeti pekiştirecek üç yeni düzenleme daha devreye sokulmuştur. Bir, 9 Ağustos 2018 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’nın 17 sayılı Kararı ile “Tek Hazine Kurumlar Hesabı” kapsamına YY’lerin de alınmasıdır. CYS’nin bir zorlaması olan bu uygulamanın belediyeler üzerinde yeni bir malî vesayet ilişkisi doğurması kaçınılmazdır. İki, 17 Ocak 2019’da kabul edilen 7161 sayılı torba yasanın 47. maddesiyle 5779 sayılı yasaya ilginç bir fıkra eklenmiştir: “Belediyelerin ihtiyaç duyduğu yatırım nitelikli projelerin gerçekleştirilmesi amacıyla Strateji ve Bütçe Başkanlığı bütçesine konulan belediyelere yardım ödeneğini, belediyelerin talebi üzerine kullandırmaya Cumhurbaşkanı yetkilidir”. Görüldüğü gibi, Cumhurbaşkanı tek başına istediği belediyeyi malî açıdan kayırma veya dışlama keyfiliğini ele geçirmektedir. Üç, gene 7161 sayılı torba yasanın 57. maddesiyle bu defa İller Bankası’nın safi kârının yüzde 51’inin yerel yönetimlerin çeşitli uygulamalarına hibe olarak aktarılacağı düzenlenmektedir. Burada rejimin “tek adam”ına önemli bir yeni keyfilik alanı açıldığı kuşkusuzdur.
SONUÇ
İktidar partisinin sürekli bir “meşruiyet krizi” baskısı altında olduğu vurgusuna dönerek bitirelim. Merkezi yönetim (MY), kendi rejiminin anayasasını ve bunun doğrultusunda şizofrenik bir Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemini (CYS) yürürlüğe koymuş olmasına karşın, yeni rejimini toplumun bütününe benimsetmekten çok uzaktır ve etki alanı toplumun giderek daha küçük bir bölümüne doğru daralmaktadır. İdeolojik/ siyasal/ yönetsel/ yargısal/ polisiye baskıların yoğunluğuna rağmen, iktidar, kendi karanlık projesine yönelik direnç noktalarını kıramamış olmanın hırçınlığını da yansıtmaktadır. Bu bakımdan 31 Mart seçimlerinde dinci/despotik iktidarın verebileceği yeni kayıplar, iddiasını zayıflatıcı etkilerde bulunduğu gibi toplumda/yerelde yeni direnç noktaları da yaratabilecektir. Bu nedenle bu seçimlere kayıtsız kalınmaması muhalefet güçleri açısından özel bir önem taşımaktadır.
BirGün Gazetesi Pazar Eki 27 Ocak 2019
0 comments on “EKONOMİK VE SİYASİ KRİZ ORTAMINDA YEREL SEÇİMLER”