DÜNYADAN

Geçtiğimiz ayın en büyük kaybı: Kötü şöhretli RBG

Kaybının üzerinden henüz bir ay dahi geçmemiş bir isimden, ABD Yüksek Mahkemesinin tarihteki ikinci kadın üyesi olmasının yanı sıra, güçlü muhalefeti ve cinsiyet eşitliği konusundaki mücadeleleri ile feminist bir ikona dönüşmüş Ruth Bader Ginsburg’dan söz edeceğiz. Ruth Bader Ginsburg, ABD’de “Notorious RGB – Kötü Şöhretli olarak anılıyor. Ginsburg, bu ününe seksenli yaşlarında ulaşıyor. Şöhretinin başındaki “kötü” aslında tuttuğunu koparan, vazgeçmeyen anlamında. Üniversiteli bir blog yazarının, Ginsburg adına bir sayfa açıp adını “Kötü Şöhretli RBG” koyması ile tutan bu tanımlamanın, Ginsburg’un yıllar boyunca büyük bir asalet ve zarafet içinde sürdürdüğü yaşamında başardığı büyük işler düşünüldüğünde, hem komik hem de zekice olduğunu göreceğiz. Ama öncelikle güncel gelişmelere bir göz atalım: Yüksek Mahkemenin dokuz üyesinden biri olan Ruth Bader Ginsburg’un ölümü (18 Eylül 2020), ABD Yüksek Mahkemesindeki demokrat-muhafazakar dengesini değiştirecek ve sivil haklar bakımından önemli kazanımların kaybedilmesine yol açacak bir gelişme olarak görülüyor. ABD başkanı Trump, seksen yedi yaşında yaşamını yitiren ve demokrat ABD başkanı Bill Clinton tarafından atanan liberal yargıç Ginsburg’un yerine, muhafazakar bir yargıç atamayı hedefliyordu. Trump’ın seçimlere bu kadar az kalmışken yeni yargıç atama planı ise demokratlar tarafından “görevin kötüye kullanımı” olarak nitelendiriliyordu. Ancak, Trump tüm tepki ve eleştirilere rağmen, 7. Bölge Temyiz Mahkemesi yargıcı Amy Coney Barett’i ABD Yüksek Mahkemesi yargıcı adayı olarak gösterdi. (Trump’ın kadın aday tercih etmesi bir jest(!) gibi görünse de elbette ki politik bir hamle.) Yargıç Barrett, Senato’da onaylanmasının ardından ömür boyu sürecek görevine başlayacak. Bu arada belirtelim, Donald Trump kendi adayını senatoya onaylatırsa, döneminde üç mahkeme üyesinin atandığı ilk ABD başkanı olacak. 

Bu atama durumlarını daha iyi anlamak için, ülkemizden çok farklı bir hukuk sisteminin en tepesindeki mahkeme olan Amerikan Yüksek Mahkemesinin yargıç kabul şartlarına şöyle bir değinelim:

Bir kişinin ABD Yüksek Mahkemesine hakim olarak atanabilmesi için ABD başkanı tarafından aday gösterilmesi ve adayın senatonun çoğunluğu tarafından kabul edilmesi gerekiyor. Yüce Mahkemede bir üyelik boşalınca, başkan boşluğu doldurmak için bir aday gösteriyor. Dokuz üyeden oluşan mahkemenin birçok kararı son derece çekişmeli şekilde dört üyeye karşı beş üyenin oyu ile alındığından ve gösterilecek aday ömür boyu o koltukta oturacağından, adayın belirlenmesi ve seçimi çok ciddi bir sürece dönüşüyor. Aday gösterilecek kişiye ilişkin yaş, eğitim, meslek veya vatandaşlığa ilişkin hiçbir kısıtlama bulunmuyor. Örneğin, mahkemede görev yapmış altı hakim ABD dışında doğmuş. (İlginç bir bilgi olarak, 1889-1910 yılları arasında mahkemede görev yapmış hakim David J. Brewer, 1837 yılında İzmir’de doğmuştur.) Gösterilecek adayın etik anlayışı, hukukçu vasfı, dünya görüşü, eğitimi, cinsiyeti, dini inancı ve etnik geçmişi son derece önemseniyor. (Mahkemede son otuz yılda hakim olarak görev yapmış önemli bir bölümü Federal Temyiz Mahkemelerinde hakim olarak görev yapmış tecrübeli hukukçulardır.)

Anlayacağımız üzere, başkanlar genellikle kendi dünya görüşlerine yakın kişileri aday olarak gösteriyorlar. Bu konuda kantarın topuzunu kaçıran başkanların tipik bir örneği ise George Bush. Başkan Bush, 7 Ekim 2005 tarihinde Harriet Miers’i aday olarak göstermişti. Daha önce hakim olarak hukukçu tecrübesi olmayan, ayrıca Başkan Bush’un arkadaşı ve avukatı olduğu iddia edilen bir kişinin aday gösterilmesi, Bush’un kendi partisi de olmak üzere, çok büyük bir kesimden ciddi bir tepki görmüştü. Tepkiler üzerine Miers’in adaylığı geri çekilmişti. (Kaynak ve ileri okuma için: Supreme Court of The United States, Can Yavuz)

Üyeler bir kere o makama atanınca, kendilerini atayan başkan da dahil, atamayı destekleyen medya da dahil, bürokrasi de dahil kimseye minnetleri kalmıyor; çünkü onları hiçbir güç koltuklarından edemiyor. (Bu ütopik durum günümüzde fazlasıyla değişmiş durumda.) Gelmiş geçmiş en liberal Yüksek Mahkeme başkanı Earl Warren bunun tipik bir örneği. Yirminci yüzyılda Amerikan sisteminde gerçekleşen insan hakları ile ilgili özgürlükçü gelişmelerin birçoğunun, Earl Warren’in eseri olduğu söyleniyor. Kendisini mahkemeye üye olarak atayan ise Cumhuriyetçi başkan Eisenhower. Eisenhower, bir süre sonra “Hayatımda bundan daha büyük bir enayilik yaptığımı hatırlamıyorum.” diyor. (Kaynak: Amerika Bülteni: Amerikan Sisteminin Temelindeki Dokuz Kişi )
Yüksek Mahkemenin entrikalı yapısı kısaca böyle, Trump da bu entrikalara dahil olmaya kararlı:

Trump’a göre, demokratlar seçimi kazanmak için bir oyun çeviriyor ve bunu ortaya çıkaracak tek kurum Yüksek Mahkeme. Anlayacağınız Trump’ın adayın netleşmesi konusundaki acelesi bundan kaynaklanıyor. Joe Biden da aynı görüşte: Seçimlerin mahkemede bitebileceğini iddia ediyor ve seçimlere yüz kişilik avukat ekibi ile hazırlandıklarını söylüyor. Seçimin bir adalet ve hak savaşına dönüşeceği aşikar, bu nedenle Trump hazır yetki de elindeyken mahkeme ortamını kendi lehine göre ayarlama peşinde. 

Peki, hayatını eşitlik ve hukuk mücadelesine adamış, daha 1970’li yıllarda genç bir avukat olarak aldığı davalarla ABD’li kadınların toplumda saygın bir statü kazanmasını sağlamış, özellikle ABD toplumunu ikiye bölen Roe V. Wade davasında kürtaj hakkını savunarak kilit rol oynamış Ginsburg’un koltuğuna aday gösterilen Amy Bannet kendisini nasıl tanımlıyor? Aşırı muhafazakar, dindar, öyle ki dini inancı hukukun üzerinde gören bir hukukçu(!). Kırk sekiz yaşındaki yargıç, “hayat ana rahminde başlar.” beyanatları ile biliniyor. O halde, Ginsburg’un ölümünden günler önce torunu Clara Spera’ya söylediği sözlerin hiç de yersiz olmadığını söyleyebiliriz: “En büyük dileğim, yeni bir başkan göreve gelene kadar yerime birinin görevlendirilmemesi.”

Konuyu ve söz konusu gelişmelerin Gingsburg’un kemiklerinin ne derece sızlatacağını daha iyi anlamak için bu efsanevi kadının hayatına şöyle bir göz atalım:

Ruth Bader, 15 Mart 1933’te New York’un Brooklyn ilçesinde orta halli bir ailenin ikinci kızı olarak dünyaya geliyor. Babası, Ukrayna’dan gelmiş bir yahudi göçmeni, annesi ise Avusturya yahudisi bir ailenin kızı. Ruth, henüz bebekken ablasını, liseden mezun olmadan ise annesini kaybediyor.    

Ruth’un annesinin hayatına ve kişiliğine etkisi yadsınamaz. O, hayatı boyunca annesinin ona gösterdiği yoldan gidiyor. Anne Cornelia, çok istemesine rağmen yüksek eğitim alamıyor, çünkü abisi üniversitede okuyabilsin diye genç yaşta bir tekstil fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlıyor. Sadece cinsiyeti yüzünden hayallerinden vazgeçmenin etkisi ile, kızına çok küçük yaşlardan itibaren okumayı sevdiriyor ve kısıtlı ev bütçesinden her ay düzenli olarak bankaya kızının üniversite masrafları için para yatırıyor. Ne yazık ki, onun lise mezuniyetini dahi göremeden vefat ediyor… Ancak kızına bıraktığı “Beyaz atlı prensini bulabilirsin, çok mutlu da olabilirsin, ama ne olursa olsun her zaman kendi ayakların üzerinde dur.” mirası, Ruth’a ışık oluyor. Ruth, annesinin ona aynı zamanda “hanımefendi olmayı” öğütlediğini, bununla kastettiği şeyin “öfkeye kapılmamak” olduğunu, meslek hayatında bu önerinin çok işine yaradığını söylüyor. Yüksek Mahkemenin önüne bir avukat olarak çıktığı günlerde, cinsiyet eşitsizliği diye bir kavram olduğuna dahi inanmayan erkek yargıçların önünde konuşurken, bu tavsiye sayesinde onların tüm alayları karşısında sakin kalabildiğini, böylece konunun özünün dağılmasını engellediğini, bunun çok işe yaradığını ancak kendini o dönemde bir anaokulu öğretmeni gibi hissettiğini söylüyor. 

Ruth, yıllar sonra Yüksek Mahkemeye aday gösterildiği törende, Bill Clinton’ı dahi ağlatan şu sözleri sarf ediyor: “Kadınların ümit edebildikleri, hedeflerini gerçekleştirebildikleri ve kız çocuklarına oğulları kadar değer verilen bir çağda yaşasaydı annemin ulaşacağı noktaya varabileyim diye dua ediyorum.” Ruth, lisans eğitimini Cornell Üniversitesinde tamamlıyor. Cornell Üniversitesi daha çok kadın öğrencilerin tercih ettiği bir üniversite. Burada, ölene kadar hayat arkadaşı ve en büyük destekçisi olacak olan Martin Ginsburg ile tanışıyor ve evleniyor. Martin Ginsburg’un, Ruth’un başarılarındaki rolünü belgesel boyunca görüyor ve bu adama hayran kalıyoruz. O yüzden bu kısmı biraz açalım:

Ruth ve eşi Martin Ginsburg

Ruth, kocasından “Bir beynimin olmasına değer veren tek erkek. 1950’lilerde erkekler bunu önemsemezdi. Martin ise bambaşkaydı. Kendisi ile o kadar barışık ve rahattı ki, kadınlardan korkmazdı.” diyerek bahsediyor. New York’un en iyi vergi avukatı olarak tanınan Martin, daha o yıllarda günümüzde dahi nadir rastlanacak cinste modern bir erkek: Ev işleri ve çocukları ile ilgileniyor, yemek yapıyor, karısının daha iyi çalışabilmesi için uygun ortamı sağlıyor ve tüm bunlardan asla gocunmuyor. Esprili yapısı ile tanınan ve karısını her ortamda övmeyi ve taktir etmeyi ihmal etmeyen Martin’i bir toplantıda “Ruth bana mutfak işleri konusunda tavsiye vermez ben de ona hukuk işlerinde.” derken görüyoruz. Martin ve Ruth’un ilişkisi, doğru partnerlerin birbirlerinin potansiyellerini ortaya çıkarmada ne kadar önemli rol oynayabileceğinin somut göstergesi diyebiliriz. Martin’in, 2010 yılında vefat etmeden günler önce elli yıllık hayat arkadaşı Ruth’a yazdığı, hastane yatağının altında bulunan mektubunda şu cümleler yer alıyor: “Annemi, babamı ve çocuklarımızı saymazsam şu hayatta bir tek seni sevdim diyebilirim. Sana her zaman hayranlık duydum. Hukuk merdivenlerini tek tek tırmanarak en yüksek mertebeye ulaşmanı  en yakından izlemek ne büyük ayrıcalıktı.” 

Kaldığımız yerden devam edelim: Lisans eğitimini Cornell’de tamamladıktan sonra Ruth, hem evli hem de çocuk sahibi bir kadın olarak Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesine giriyor. Ruth’un sınıfında beş yüz erkek ve kendisi ile birlikte dokuz kadın öğrenci bulunuyor. Elbette ki o sıralarda (1950’lilerde) Harvard, kadınları hukuk fakültesinde istemiyor. Kadınların araştırma yapmak için dergi odasına girmesini bile yasak olduğu üniversitenin dekanının, bu dokuz kadın öğrenciyi yanına çağırarak “Bir erkeğin oturması gereken sandalyeyi işgal ederek neyi amaçlıyorsunuz?” diye sorduğu dahi oluyor. Cinsiyet ayrımcılığının sonuna kadar yaşandığı bu ortamda, Ruth, kadınlar adına kusursuz olmak zorunda olduğunu hissediyor, böylece akademik olarak büyük başarılara imza atıyor. Prestijli “Harvard Law Review” yayının ilk kadın üyesi olmayı dahi başarıyor. Ruth’un tam anlamıyla “gece gündüz” çalışmayı öğrenmesi ise kocası Martin’in prostat kanserine yakalanması ile oluyor. Ruth okula gidiyor, evi ile ilgileniyor, çocuğuna ve kocasına bakıyor, Martin’e derslerinde yardımcı olmaları için arkadaşlarını örgütlüyor, onlardan aldığı notları tüm gece daktiloyla temize geçirerek Martin’e veriyor…Tüm bunları yapabilmek için günde sadece iki saat uyuyan Ruth, sonrasında Martin’in iyileşmesi ile rahatlasa da, bu çalışma temposundan vazgeçemiyor. 

Harvard Üniversitesinden Columbia Hukuk Fakültesi’ne transfer olup burayı birincilikle bitiren Ginsburg, başarılarla dolu akademik hayatına rağmen bir türlü avukat olarak iş bulamıyor ve akademik hayata katılıyor. Columbia Hukuk Fakültesi’ne medeni usul hukuku profesörü olarak giren Ginsburg, bu alanda da sayılı kadından biri oluyor. Öğrencilerin talebi üzerine, “Kadın ve Hukuk” başlığı altında dersler vermeye başlıyor. (Bu arada üniversite ona, zaten senin ünlü avukat kocan çok iyi kazanıyor diyerek erkek akademisyenlerden daha az maaş veriyor.)

Kendi hayatına yansımalarını çokça gördüğü kadın hakları ve cinsiyet eşitsizliği hakkındaki problemler, Ruth’un çalışma alanı haline geliyor. Cinsiyet eşsizliği ve sivil haklar konusunda stratejik davalar alarak altı kez Yüksek Mahkeme’nin önüne çıkıyor ve beşini kazanıyor. (Bu davalar sadece kadınlarla ilgili değil, tüm cinsiyet eşitsizliklerine karşı çıkan Ruth, dul bir babanın annenin yararlanacağı sosyal güvencelerden yararlanamamasıyla ilgili bir davada babanın avukatlığını yapıyor.)

1993 yılında Ginsburg, başkan Bill Clinton tarafından ABD Yüksek Mahkemesine atanıyor.

Ginsburg, 1980’de başkan Jimmy Carter tarafından Columbia Bölgesi Temyiz Mahkemesine, 1993 yılında ise başkan Bill Clinton tarafından ABD Yüksek Mahkemesine atanıyor. Bill Clinton, Ginsburg’u Beyaz Saray’a davet ediyor. Clinton, Ginsburg ile konuşmaya başladıktan hemen sonra yasaların toplum için nasıl daha iyi yönde değişebileceğini tartışan iki iyi arkadaşa dönüştüklerini, böylece yalnızca on beş dakika içerisinde onu aday göstermeye kesin olarak karar verdiğini söylüyor. 

Ruth’un yüksek mahkeme yargıcı olarak yaptıkları, kadın bir hukukçu olarak gücü, muhalefet şerhleri, tüm ayrımcılıklara karşı mücadelesi, tüm insanlığa hizmeti, filozof-hukukçu tutumu burada anlatmakla bitmez. Belgesel aslen Ginsburg’un yüksek mahkeme üyesi olarak başardıklarına odaklandığından, seyir tadını kaçırmamak adına en önemli bölüm olarak nitelendirdiğim bu kısmı atlamak zorundayım. 

Ruth ile ilgili en önemli bilgilerden biri, üniversitedeyken ünlü romancı Vladimir Nabokov’dan edebiyat dersleri almış olması. Muhalefet şerhi yazıları tüm toplum tarafından takip edilen, zevkle okunan ve klasik hukuki metinlerin ötesinde ilgi gören Ruth, yazı ile ifade konusundaki yeteneği hakkında “Kelimelerin gücünü ve kelimelerle resim yapabileceğimi öğretmenim Vladimir Nabakov’dan öğrendim.” diyor.    

Gelelim belgeselimize…

En iyi belgesel dalında Oscar adaylığı bulunan bu biyografik belgesel, RBG’nin hem gündelik yaşamına, hem kocası ile ilişkisine, hem de sıradışı kariyerine odaklanıyor. Ginsburg’un gençlik yıllarından üniversite eğitimine, hukuk profesörlüğü yaptığı yıllardan Yüksek Mahkemeye atanmasına, burada sahip olduğu ilginç arkadaşlığa kadar tüm hayatını farklı yönleri ile gözler önüne seriyor. Filmin yönetmeni Betsy West, neden böyle bir belgesel çektiklerini şu sözlerle açıklıyor: “Bu belgesel Ginsburg’un eşitlik ve adalet için nasıl savaştığını ve savaşmaya devam ettiğini anlatmak için çekildi. Öyle görünüyor ki hikayesi her geçen gün daha çok önem kazanıyor.”

Filmin diğer yönetmeni Julia Cohen ise, filmin gördüğü ilgi hakkında şunları söylüyor: “Siyasi yelpazede nerede durursa dursun, geçmiş kuşakların kadınları benzer engellerle karşı karşıya kaldı. Bugün birçok kadın, Ginsburg’un karşılaştığı engellerle özdeşlik kurabiliyor ve her seferinde bu engelleri nasıl aşmayı başardığına hayran kalıyor.”

RBG’nin çok sevdiği ve çokça alıntı yaptığı, köleliğe karşı mücadelede etkin rol oynamış feminist yazar Sarah Grimke’nin ünlü sözleri ile yazıyı sonlandırıyorum: 

“Biz kendi cinsimiz için iltimas istemiyoruz, erkeklerden istediğimiz tek şey ayaklarını boğazımızdan çekmeleri.”

KAYNAKLAR:
https://kronos34.news/tr/ruth-ginsburg-halkin-hukukunu-devlete-karsi-savunmak/– https://tr.wikipedia.org/wiki/Ruth_Bader_Ginsburg#:~:text=Ruth%20Bader%20Ginsburg%20(d.,te%20yemin%20ederek%20g%C3%B6reve%20ba%C5%9Flad%C4%B1.https://www.gazeteduvar.com.tr/ruth-bader-ginsburg-kimdir-haber-1500173https://www.turkisrael.org.il/single-post/2020/09/29/Ruth-Bader-Ginsburg-Hayat%C4%B1-ve-Miras%C4%B1https://setadc.org/ginsburg-sonrasi-anayasa-mahkemesine-yargic-atama-savasi/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=ginsburg-sonrasi-anayasa-mahkemesine-yargic-atama-savasi
http://amerikabulteni.com/2011/10/02/analiz-amerikan-sisteminin-temelindeki-9-kisi/

3 comments on “Geçtiğimiz ayın en büyük kaybı: Kötü şöhretli RBG

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: