Propagandistleri okudukça, dinledikçe dikkatimi çeken birkaç ortak özellikleri var:
• Önce insanların duygularına hitap etmeye, kendilerini sevdirmeye çalışıyorlar. Sizin gibi insanlar olduklarını, sizden biri olduklarını, sevimli, ilginç, hoş olduklarını özellikle pazarlıyorlar, böyle persona’lar yaratıyorlar. Sonra asıl konularına giriyorlar.
• Önce doğru şeyler söyleyip inandırıcılık kazandıktan sonra asıl yalanı söylüyorlar.
• Özellikle tepki çekecek, karşı tarafın damarına basacak şeyler söylüyor, gelen tepkilerden mağduriyet çıkarıyorlar.
• Argümanlarını kasten düzensiz olarak, içiçe geçmiş bir halde sıralıyorlar. Sürekli konuyu değiştirerek karşı tarafı sürekli cevap vermek zorunda bırakıyorlar.
• Bununla bağlantılı olarak, karşı görüştekilerin irrasyonel, akıl hastası, kafayı yemiş, aşırı sinirli, cahil, budala olduğunu söylüyor ya da ima ediyorlar.
• Tartıştıkları konu ile ilgili ciddi, düşünülmüş, içerikli itirazlara karşı mümkün mertebe sessiz kalıyorlar; bunun yerine, yanlış-hatalı olduğunu kolayca gösterebilecekleri itirazlara cevap veriyorlar (ve bu yolla da, kendilerine itiraz edenlerin genel olarak şaşkınlardan ibaret olduğu hissini yaratmaya çalışıyorlar).
• Karşıdakinin neyi yiyip neyi yemediğine göre sürekli bir ileri bir geri adım atıyor, böylece inandırıcılık kazanmaya çalışıyorlar. (Yakın tarihte karşılaştığım somut bir örnek: “Bunlar yiyebileceğimiz en güvenli, en iyi test edilmiş maddeler.” “Ama bağırsaklara etkisi test edilmiyor.” “Doğru, edilmiyor.”)
• Bütün bunların yanında çok iyi bildiğimiz “çöpten adam” argümanlarına, “hiç” ile “bazı”yı kasten karıştırmalara sık sık başvuruyorlar. Sayısal verileri ve karşı tarafın söylediklerini çarpıtıyorlar. Örneğin, bir konunun %80-90’ını etkileyen sorunlarla ilgili argümanları geçiştirip, hatta mümkünse hiç konuşmayıp, uzun uzun konunun %0.0001’ini ilgilendiren bir alandaki faydaları anlatıyorlar; birkaç kişiden aldıkları cevabı “memleketin yarısı sabah akşam bize çatıyor” diye sunuyorlar.
Bu dediklerimin hepsinin somut örnekleri var, ama burada anlatmaya çalıştığım tek tek kişilerle ilgili değil. Bunlar artık yöntemleri çok iyi bilinen, uygulanan, öğretilen bir mesleğin, bir zanaatın teknikleri. Özellikle siyaset ve endüstriyel gıda/kimya endüstrisi konularında bunlarla çok karşılaşıyoruz. Bu işi meslek edinmiş olanlarla yüzleşmenin de çok faydası yok, çünkü kendileri de ne yaptıklarını zaten biliyorlar. Yalanlarıyla yüzleşmek zorunda kaldıkları zaman “kusura bakmayın, sizi kandıramadık,” demiyorlar, yine bu tekniklere başvuruyorlar. Gülümsemeye devam ederek, yutturabildiklerine yutturmak üzerine aynı şeyleri tekrarlamaya devam ediyorlar.
Bu zanaatın kitabını Edward Bernays 1928’de yazmış:
Zamanında bu teknikleri şu açıklıkla anlatmış:
Alıntı şöyle:
Tepki psikolojisinin doktrinlerinden biri, belli bir uyaranın sık sık tekrarlanmasının bir alışkanlığa yolaçacağı, ya da bir fikrin sırf tekrar tekrar ifade edilmesinin bile kanaati yaratabileceğiydi. Eski tür satış sanatını düşünün, bir et toptancısı için çalışan bir reklamcı beykın satışını arttırmaya çalışıyor olsun. Tam sayfa ilanlar verip şunu defalarca tekrarlardı: “Daha çok beykın yiyin. Beykın yiyin çünkü ucuzdur, sıhhatlidir, size ekstra enerji verir.”
Yeni tür satış sanatı ise, toplumun grup yapısını ve kitle psikolojisi ilkelerini anladığı için, ilk önce şunu soracaktır: “Kamunun yemek yeme alışkanlıklarını etkileyen kim?” Cevap, belli ki, “Doktorlar”dır. Yeni tür satışçı bu nedenle doktorlara, kamuoyuna beykın yemenin sağlığa yararlı olduğunu söylemelerini önerecektir.
Peki, ne yapmalı? Bence bu durumda bize düşen, bunların farkında olmak, bunlara karşı uyanık olmak, sevdiklerimizi bu kandırmacalara karşı uyarmak.
Retorik sanatı, ikna sanatı önemli ve kadim bir sanat. İnsanı insan yapan, kültürün temelini oluşturan en önemli miraslarımızdan biri. Çizdiğim bu çerçeve, retorik sanatının nasıl tehlikeli olabileceğinin somut bir örneği.
0 comments on “RETORİK SANATI VE PROPAGANDA ÜZERİNE BİR NOT”